Milliyetçilik ve Sığınmacılara Bakış Açısı

Son zamanlarda yazılı ve sosyal medyada sıkça konuşulan bir konu beni rahatsız etmekte. Takip ettiğim ve beğendiğim birkaç arkadaş yine beni rahatsız eden bu konu hakkında uyarılar ve yazılar kaleme almışlar sağ olsunlar.

İster Suriye iç savaşı sebebiyle ister Irak’ta güç çatışması veya IŞID terörü sebebiyle olsun Türkiye Sınırları son 4-5 yılda yol geçen hanına dönmüştü biliyorsunuz. AKP hükümeti sınırları kontrol etmekte zorlanmasının yanında büyük bir sorumluluk örneği göstererek savaştan veya terörden kaçan bu insanlara sınırlarımızı açmıştır. Lakin bu “zorunlu göç” dalgasının kontrolü ile alakalı ciddi organizasyon eksikliği ve elbette maddi sıkıntı ister istemez nispeten kısa bir süre içerisinde durumu arap saçına çevirmeye yetti.

İlk önce şunu söylememiz gerekmekte; AKP hükümeti ister bir çıkar için isterse gerçekten yardım etmek için olsun bana göre devletlere örnek insani bir davranışta bulunmuştur. Savaştan kaçan insanları neredeyse hiç bir devlet kabul etmez iken biraz mecburi de olsa yardım eli uzatılması alkışlanacak bir harekettir. Tabi bana göre bu alımların amacı ülke üzerinden göç dalgasıyla AB’nin sıkıştırılması ve ileriki dönemde göç edenlerin vatandaşlığa geçirilerek kullanılmasıdır.

85155-dunyayi-sarsan-o-fotograf-gazetelerin-mansetlerinde.jpg

Bu konu hakkında beni şüpheye düşündüren ilk bulgu ege kıyılarının insan kaçakçılarına bilerek açılması (ki boğulmaların sorumlusu bunlara izin veren hükümettir) ve AB’den imtiyaz koparma olarak bunun kullanılmasıdır. Keza AB’nin istenilen yapılmaz ise “Suriye’lilerin salınması” ile tehdit edilmesi bunu doğrulamaktadır.

Konuyu dağıtmayalım; ikinci bulgumuz ise bu zorunlu sığınmacıların vatandaşlığa geçmesidir. Vatandaşlık mevzusu, bunun kanundaki yeri, o kadar işsiz varken bu nedir vs. gibi konuları başka bir yazı da konuşmak istiyorum. Uzun girişimizin asıl konusu hükümetin muhtemelen kullanmak istediği (oy ve ucuz iş gücü) bu sığınmacılara karşı son zamanlarda özellikle “milliyetçi” eksene dayanarak yapılan saldırılardır. Bu sebeple önce kendisini milliyetçi olarak gören arkadaşlarımız için bunun tanımını yapalım o zaman;

Milliyetçilik; ulusal sınırlar içerisinde yaşayan yurttaşların insanca yaşaması için verilen savaşın adıdır. Milliyetçilik bir ırkın, dinin veya mezhebin üstünlüğü başkasının kafasına vura vura anlatarak bunun üstünden böbürlenmek ve birilerini aşağılama sanatı değildir. 

Ülkemizde yaşayan farklı ırktan olan ve bize sığınmış bu insanlara bazı hakların verilmemesi, verilmesi veya verilecek olması sığınmacıların suçu değildir. Hepimiz vatanımızı seviyoruz ve gelecek için daha yaşanır bir ülke istiyoruz. Bu doğrultuda yaşayıp çocuklarımızı böyle yetiştiriyoruz. Özellikle muhalefet kanadı AKP hükümetini mezhep ve din ayrımcılığı yapmak ile suçlarken benzer bir ırkçı düşünceyi telaffuz etmek doğru olacak mıdır?

suriyeli.jpg

Gelen sığınmacılara vatandaşlık verileceği söylentisi üzerine bile ırkçı açıklamaların bu denli yükselmesi toplumun ve milliyetçilik kavramının yeniden düşünülmesini gerektirmektedir. “Suriye’lileri istemiyoruz gitsinler!” falan da nereye gidecek adamlar? Zaten savaştan kaçarak gelmiş muhtemel yakınlarını veya ailesini kaybetmiş bu insanlar ne yapabilir? Hükümete kızarak Suriye’den gelen insanlara karşı saldırgan tavır takınmak bize ne kazandıracak? Bu gibi konuları sakin kafayla ve düzgün bir şekilde düşünmek gerekmektedir.

Bu saldırgan tutum bize tek şey kazandıracaktır; Yükselen ırkçılık sonucu Karşılıklı nefret!

Irkçılık toplumların içinde her zaman bulunan ve gizlice uykuya yatmış bir kabustur. Yavaş yavaş kendini göstermeye başlar ve yuvarlanan kar topu misali gittikçe büyür. Sonunda kontrol edilemeyen bu olgu kocaman bir iç karışıklık, ırk veya mezhep cinayetleri ile yaşanamaz bir devlet ortaya çıkartır. Orta doğu, Afrika, Güney Amerika ülkelerinde bir çok örneği bulunmaktadır.

Savaşı ülkelerinden kaçıp buraya gelen insanlar istemedi bunu unutmayalım. Bu sebeple milliyetçiliğimize sahip çıkma ile faşizm arasındaki ince çizgiye dikkat etmemiz gerekmektedir. Son günlerde bu tarz propaganda afişleri ve söylemlerine özellikle dikkat edilmelidir. Bana göre birileri iç karışıklık amacıyla bunu kullanmaktadır. Lütfen dikkatli olalım.

Saygılarımla

Yakın Kültür Tarihi III

Bir önceki yazıya buradan

Üniversiteler ve Eğitim Hamleleri

1) 1900 yılına kadar 3 tane Darülfünun kurulmuş ama bunlar kısa ömürlü ve başarısız olmuşlar.

2) II.Abdülhamid söylediğimiz gibi aslında devrimsel hamleleri yapmaya çalışan bir padişah. İktidarının 25.yılında artık iyice sıkıştıran milliyetçilik ve özgürlük baskısından bunalmıştı. Özellikle idealist olan Osmanlı vatandaşları yurt dışlarında üniversite okumak için gidiyor döndüklerinde ise dönemin hürriyet akımlarından etkilenmiş olan bu gençler başına bela oluyordu. Bu gençlerin ajan falan olduğu söylenir tabi bir kesim tarafından. Okuyan adamın hürriyet istemesinin ajanlık ne ilgisi var tabi o da ayrı mesele. Çok söylediğimiz gibi bu akımın çok uluslu Osmanlıyı dağıtacağını bilen II.Abülhamid kendi üniversitesini açmak istiyor. Bu okul Avrupa’da ki modern üniversitelere benzeyen yapıda ve ismi de Darülfünun-ı Şahane.

3) Aslında bu okulun kurulmasının amacı tamamen yabancı memleketteki akımları engellemek, eğitimi böylece kontrol etmek. Talep olduğundan Mekteb-i Mülkiye açılıyor. Elbette dediğimiz gibi bu okullar şeklen Avrupa denkliğinde görünse de baskı altında. Hocaların dersleri ve müfredat kontrol ediliyor.

4) Nasıl kontrol ediliyor? Okullarda siyasal, sosyal, felsefi ve dünya tarihinin öğretilmesi yasaktı. Çünkü bu tarihsel gelişim özgür bireye giden modern vatandaşa ulaşıyordu. Günümüzde bu dersler yasak değil gibi görünüyor lakin öyle değildir. Lise yıllarını bitiren 18 yaşındaki bir genç neredeyse hala sıfır düzeyde siyasal, sosyal, felsefe ve dünya tarihi bilgisiyle mezun olmaktadır. Osmanlı devletinin nasıl yıkıldığını, birey hakkı ve özgürlüğünün temeli/oluşumu ve gelişimi bu derslerde saklıdır. Bunun yerine saçma sapan tarihsel savaşlar ve askeri operasyonlarla dolu kolpa bir Osmanlı safsatası anlatılmakta, felsefe dersinde bol bol geyik yapılmakta, siyasi/sosyal tarihe ise okullarda yeri yok denilerek girilmemektedir. Hükümetin borazancılarının II.Abdülhamid’i sevmelerinin ve yarattıkları eğitim sistemini savunmalarının sebebi budur arkadaşlar. Cahil kalsın benim olsun yani.

5) 1908 Meşrutiyetiyle kurulan meclis ile biraz daha serbest bir yapı kazandırılıyor okullara.

6) I.Dünya savaşı yıllarında Ziya Gökalp önderliğinde üniversitelere özerk bir yapı ve serbest programların konulması sağlandı. İktisadi Tarih kısmında I.Dünya Savaşı sonrası İttihat Terakkinin iktisadi serbestlik tanıyan kanunları ve yerli şirketleşme adımlarını hızla attığını söylemiştim. İşte eğitimde de içlerinden vizyon sahibi olan kişiler bu adımları yavaştan atmaya çalışıyor.

Ziya_Gykalp_Malta_1920-1921.jpg
Ziya Gökalp

7) 1912 yılında ilk tüzük kabul edildi. Tarihte ilk defa kız öğrenciler üniversitelere alındı (Bu çok büyük bir olaydır dönem için). Özel kız sınıflarında eğitim gören öğrencilere halk tepki gösterdi. Bunun üzerine kızlar için ayrı bina yapıldı (Fuhuş yapıyorlaaaağr)

8) Almanya’dan modern eğitim için bilim adamları üniversitelere getirildi. İşte Ziya Gökalp önderliğinde siyasete hiç bulaşmadan özerk üniversite yapısı böylece temelde başlamış oldu.

9) 1924 yılında ismi İstanbul Darülfünun olmuş ve resmi olarak özerk bir yapı kabul edilmiştir.

10) Lakin kurulan cumhuriyet tam olarak demokratik bir yapıda değil ve bu özerk yapıdan rahatsız. Üniversitelerin devrimleri desteklemesini ve toplum gereksinimlerine yönelik çalışmalar yapması için baskı uyguluyor.

11) Üniversite reformu için İsviçre’den danışman ve uzman olarak Prof.Albert Malche getirtiliyor. Çok uzun bir rapor yazan profesör kurulu sistemin yanlışlarını açıklayıp bir çok eleştiri yapıyor.

12) Fakat devrimlerin selameti daha ağır basıyor. Üniversiteler MEB’na bağlanıyor ve rektörler Ankara’dan atanıyor.

13) Yine de rapor doğrultusunda bir çok şeyi değiştiriyorlar. Profesörün de yardımıyla 151 öğretim üyesi sınava tabi tutuluyor. Bunların bir çoğu kovuluyor ve sadece 59’u üniversiteye alınıyor (acımak yok yani). Yerlerine dünyanın büyük üniversitelerine gönderilen yüksek lisans veya doktora mezunu gençler alınmaya başlanıyor.

14) Yine Almanya’daki nazi baskısından bunalan veya kaçan bir çok Alman bilim adamı ülkeye çağırılıyor ve okullara yerleştiriliyor. Ki buda çok önemli bir adımdır. Çünkü Alman üniversiteleri dönemin çok ilerisinde eğitim sistemi ve kalitesinde işleyen kurumlardır. Bu kurumların hocaları da haliyle çok değerli bilim insanlarıdır. Bunların ülkeye gelmesi çok büyük bir şanstır.

15) Reform olarak üniversitelerden şu isteniyor “Hakikatleri araştırmak, derinleştirmek, bilgiyi derlemek, yükseltmek ve yazmak gayeleri güdülecektir

16) Okuma yazma oranı çok kötü durumda olduğundan 1924 yılında eğitim ilkokul için zorunlu ve parasız yapılıyor.

17) 1926 yılında ise her kademedeki eğitim parasız yapılıyor (yaşasın bedava eğitim 🙂

18) 1946’daki üniversite kanunu benzer şekilde devam etmiştir. Üniversitelerin bu yarı bağlayıcı durumu ise Yakın Siyasi Tarihi bölümünde anlattığımız 1961 darbesinden sonra oluşturulan özgür anayasa neticesinde kalkmış ve tam bir özerkliğe kavuşmuşlardır. Yine bir çok üniversite de açılıyor.

19) 1971 muhtırası üniversitelere yeniden saldırıyor. Çıkartılan yasalar ise anayasa mahkemesinin engellemeleri sayesinde uygulanamıyor (yani üniversiteleri ele geçirme çalışması olmuyor).

20) 1982 darbesi sonrası ise üniversite yapısı komple değişiyor. Oluşturulmak istenen “eleştiriden yoksun, boş diploma sahibi ve biatçı” gençlik için YÖK kuruluyor. Atamalar yeniden merkeze alınıp eğitim paralı hale getiriliyor. (Yaşasın Kenan Evren ve ekibi).

fft16_mf3207370

Sonrasını biliyorsunuz işte; İçi bom boş koskoca bir üniversite pazarı, her şehirde salak saçma fakültelerin kurulması, değersiz diplomalara sahip işsiz ve vasıfsız bir genç nüfus. “Okuyan cahillik” olarak adlandırabiliriz bu gurubun adını.

Bunların dışında eğitim alanında bahsettiğim bu yapılanların aslında II.Abdülhamid zamanında yapıldığını anlatan zatı muhterem Mustafa Armağan veya Kadir Mısıroğlu gibi yazarları dikkate almayın arkadaşlar. Bunlar bir önceki yazıda belirttiğim gibi Osmanlı devletini yıkılışından kurtarmaya çalışan düşünce akımlarından olan “Panislamizm” yani ümmetçilik düşüncesinin günümüz siyasi uzantılarının propagandasıdır.

Anlatılmak ve kafalarda oluşturulmak istenen şey; II.Abdülhamid’e atıflar yaparak/överek (çünkü ümmetçiliğin merkezidir) günümüze benzeşimler sağlamaktır. Mesela okuma yazma oranı, okuyan sayısı, silah ve cephane sayısı, ticari durum vb. bir çok konu bu sebeple çarpıtılmakta akla hayale gelmeyecek yalanlar ile kendi yazdıkları sahte belgelerle gerçekmiş gibi önümüze sunulmaktadır. Bunun için sık sık kullanılan cümle “Cumhuriyetin Bize Dayattığı Tarih” algısıdır. Yani temelde Cumhuriyet garpçı yani batıcı olan temeller ile kurulduğu için yapamadıkları eğitim/sanayi devrimlerini kötülemek hatta bunların İngilizler tarafından falan desteklendiğini söyleyerek hayaller kurmaktadırlar.

Tarihte kültürel/iktisadi veya siyasi hamleleri yapmaya çalışmış bir çok padişah bulunmaktadır. II.Abdülhamid’te bunlardan bir tanesidir. Fakat ümmetçi anlayış başarısız olduğu gibi güney cephesindeki Arap isyanları olsun iç anadoludaki azınlık isyanları olsun kimsenin dikkate almayacağı bir argüman olmuştur. Günümüzde de altın klozetini Antalya’daki toplantıya getiren Suudi Krallarıyla görüşülerek bu “Ümmetçiliğin” tekrar canlanacağı hayali, tarihini bilmeyen insanlara anlatılmaktadır. “Bu adamlar Filistin’de, Orta Doğuda, Afrika’da bir çok insan ölürken nasıl oluyor da altın klozete sçıyor?” diye düşünmez gider bana II.Abdülhamid’in saat kulelerini över anlatır.

Ne diyelim Allah akıl fikir versin.

Sonraki yazıya buradan

Ayıp

Ya bekledim. Hani bizim medya gazdır haliyle. “AKP’ye bok atılan yalan haberlerin oltasına gelmeyelim” falan diyerek yapılacak açıklamaların oturmasını bekledim. Ama yok. Koskoca AKP hükümeti bakanlar düzeyinde ciddi ciddi olayı kapatmaya çalışıyor arkadaşlar.

Bu olay aslında çok çok büyük bir olay. Çünkü bir okulda kendini tutamayan bir öğretmenin bir anlık gafleti veya hadi gafleti devam ettirip sürekli bir çocuğun tacizi yok buna dikkat etmek lazım. 45 çocuğa bildiğin planlı ve programlı bir taciz tecavüz vakası var. Bu çocuklardan 2-3 tanesi mutlaka ve kesin olarak durumu oradaki yakınlarına veya hocalarına anlatmışlardır. Bu olayın üstü örtülmüş ve olay devam etmiştir. Düşünün ders sonrası arkadaşlarınızla muhabbetlerde hepiniz ne olduğunu bilirsiniz ki 45 kişiden bahsediyoruz (10 tanesinin şu an kesin tecavüze uğradığı saptandı) Herkesin bildiğiniz bilerek bu olayın tekrarlanması ve başkalarına sürekli devam etmesi utanç ötesi organize bir sapıklık şebekesinin işaretidir.

Elbette kurumlar manyak bir adamın ve onun etrafında olayı örtbas eden kişilerin yaptıklarına göre cezalandırılmamalıdır. Lakin “kurum” dediğiniz yeriniz başkanı televizyondaki savunmasında suçun hepsini hocaya attığını ve genel olarak “ya bunlar başka yerlerde de yaşanıyor mesela Nesin vakfı efendim” gibi daha da aşağılık bir açıklamada bulunduğuna şahit oluyoruz.

Ama kafa böyle çalışıyor kızmayalım. Fransa “Ermeni soykırımını yaptınız” diyor bizimkisi “Sizde Cezayir’de soykırım yaptınız” diyor seçmen kafa sallıyor alkışlıyor. İsrail başbakanı “Siz din ayrımcılığı yapıyorsunuz” diyor bizimkisi “Asıl siz Filistin’e neler neler yaptınız” diye cevap veriyor seçmen alkışlıyor. Adamları suçluyorlar “Siz saati rüşvet olarak aldınız” diye bizimkisi “Böyle diyen şerefsizdir, namussuzdur, namerttir” diyor seçmen alkışlıyor sonra “evet aldım aha borcu vardı peçeteye yazdı burada delili” diyor seçmen alkışlıyor.

timthumb

Bu kendisine yöneltilen eleştiriyi karşı saldırı ve galeyan yaparak saptırmaktır. Alın bir tane tartışma teknikleri kitabı açın okuyun. Haksız olduğu bir konuda hiç konuşmayıp/geçiştirip haklı olduğu bir konuyu “laaaap” diye ortaya koymaktır bu tekniğin adı. Sonra haklı olduğu konuda desteği alarak haksız olduğu konuda haklı olduğunu düşündürtmeye çalışmaktır.

Adamın derneğinde 45 çocuk taciz edilmiş 10 tanesi kesin tecavüze uğramış. Fransa’da, Kanada’da, İsveç’te falan geçtim şu olay ikinci sınıf ülkelerde bile olsa yoğun soruşturma yer, o derneğin başkanı insan içine çıkamaz, ailelerden sürekli özür diler, kurum çalışanlarını yoğun takip ve izlemeye hızla alır, itibarı sıfır olur ve muhtemelen bir daha çocuk ile ilgili bir iş yapamaz. Bu çok net ve açıktır. Bu tip büyük tecavüz olaylarını sen kurum olarak göremediysen git temizlik şirketi falan kur o işi yap diye söylerler adama.

İşte geçen 2 haftada dediğim gibi “ne diyecekler elle tutulur ne olacak?” diye bekledim ama koca bir sıfır tuttum. Onun yerine sırayla “Evet ama kuruma mal edilemez” cümleleri araya sokularak sözde “hak hukuk” vermekle falan uğraşma. Sırf muhalefetin verdiği bir soruşturma komisyonuna kendileri vermediği için reddetme işte böyle aptal aptal adamların, beceriksiz vekillerin yöneticilerin garip bir yeri oldu ülke. Sanırım çok eleştirilen cemaatin yerine başkalarını koyunca işler düzelecek sanılıyor. Al buda konunun ek maddesi olsun.

Ülkenin fikir ve hareket bakımından artık bölündüğü çok açıktır. İşte bu davayı sırf muhalefet sahiplendiği için (ki oda muhtemelen hükümete yakın bir yerde yaşandığından tabi ki) hükümet organlarının sessiz kalması veya işte yeni bir makineli tüfek yapmışız oldukça başarılı ama sırf bu hükümet projesini başlattığı için dalga geçmeler falan.

Anlaşılıyor ki kafa olarak doğru ve yanlışı ayırt etme noktasında artık ipler kopmuş durumda. Ülkeyi bu hale getiren de kendini çok iyi biliyor hiç boşa yahudiye, paralele bakmasın..

Yeni Türkiye’de Bilim

Hayırlı olsun Türkiye..

Son üç aydır haftada bir veya iki haftada bir yapılan, dünyanın sayılı bilim insanlarından olan Prof.Dr.İlber Ortaylı ve Prof.Dr.Celal Şengör’ün konuk olarak katıldığı Teke Tek Özel programı yayından kaldırıldı. Program sunucusu Fatih Altaylı’nın sözleri ve hareketleri durumun emir verilerek yapıldığını göstermekte.

Program benzer şekilde yayından kaldırılan Tarihin Arka Odası isimli programdan sonra yayından kaldırılan ikinci tarih programı oldu.

Ne anlatılıyordu bu programda? Bilimsel verilerle tarih ve genel kültür konuşmaları ağırlıklı olmak üzere “bilim” anlatılıyordu.

Yabancı ülkele üniversitelerinin seminer yapıp “lütfen gelip bize bir şeyler anlatın” diyerek kürsü açtığı, misafir hoca olarak çağırdığı, bir çok yabancı yayına, kitaba veya makaleye imza atmış iki büyük hocanın kültür konuşmalarını anlatıyordu.

Fazla geldi evet. Televizyondan Columbia Üniversitesi’nin yıllık araştırma için ayırdığı bütçenin 3 milyar dolar olduğunun anlatılması fazla geldi. Osmanlı’nın İstanbul’u aldıktan kısa bir süre sonra Kristof Kolomb’un keşif için gezerken nasıl “mal” gibi bu keşiflere seyirci kaldığımızın anlatılması da fazla geldi. Osmanlı’nın nasıl bilimden uzaklaşarak tarikat ve hurafe peşinde bok batağına sürüklenildiğinin anlatılması ki hele çok çok fazla geldi ülkeye.

Dikkat ederseniz “Teke Tek” programı değildir kaldırılan. Bu iki büyük profesörün katıldığı “Teke Tek Özel” programıdır asıl hedef. Yıl başındaki programda Fatih Altaylı’ya gelen bir mailde seyirci şunu söylüyor Altaylı’la; “Efendim programınıza keşke dini ne olduğu belli olmayan adamları çıkaracağınıza Kadir Mısırlıoğlu gibi müslüman tarihçileri çağırsanız daha iyi olur”. Fatih Altaylı bu mesaja sinirlenip “Beyefendi benim için kişinin hangi dinden, hangi ırktan olduğu önemli değil. Ben bilgiye bakarım, bilime bakarım. Sizin söylediğiniz kişiyi tanımam. Bilgisi kabul ediliyorsa onuda çağırırız yoksa gerisi ile uğraşamayız” diye cevap veriyor.

20150420095502_fft16_mf1944254

İşte budur “Yeni Türkiye” arkadaşlar;

Müslüman adı altında otorite kabul ettirilmek istenen paranoyak, yalan ve cehaletle dolu irin yuvası sözde adamların hikayelerini dinlettirmeye çalışmaktır Yeni Türkiye!

Hayatında bir tane kitap okumamış adamların “Alo Fatih” telefon hatlarıyla bilimi yasaklaması, kendi örümcek kafalı dünyalarında yarattıkları ütopik arap ümmetçiliğini övmek, her fırsatta suçu dış mihraklara yıkarak elinde ne var ise satmak, çalmak, çırpmak yok etmektir Yeni Türkiye.

Ve yukarıdaki iki hocanın yine ünlü bazı bilim insanlarını program konuğu olarak ayarlamışken dünyaya yeniden rezil olmamızdır. Darwin yılında Bilim Ve Teknik dergisinin Darwin kapağına tahammül edemeyen asıl maymun soyundan olanların evrimsel mücadelesidir bu.

Bir kez daha ülkede yaşadığımıza utanacağımız şeydir aslında.

Sonra “Türkiye bilimsel olarak gerekli çalışmaları yapmaktadır” falan. Çok cahilsiniz abi keşke ölseniz ve lütfen ölün artık.

Yakın İktisadi Tarih V

Bir önceki yazı için buradan

Arkadaşlar cumhuriyet 1929-40 arasında ihracat fazlası vererek küçük ama emin büyürken kapıya II.Dünya Savaşı dayanıyor. Haliyle buda hızımızı kesiyor ve Dünya ile beraber büyük buhranı atlatmaya çalışıyoruz. Bu devride mecbur yapılan vergiler ile köylü devlete çok kızıyor. Her kızgınlığın sonucunda yılana sarıldığımızdan olsa gerek Adnan Menderes’i kurtarıcı olarak görüyorlar. Yakın Siyasi Tarih bölümünde ayrıntısıyla yazdım. Kredi ve borçlar ile gelen göstermelik büyümeyi gerçek zanneden milletin tokadı yemesi 10 yılı buluyor. Devam edelim;

II.Dünya Savaşı 1940-1945

1) Savaş tehlikesine karşı erkekler askere alınmış, alınmasıyla beraber üretim düşmüştür.

2) Kültür atılımları bölümünde işleyeceğim köy enstitüleri yatırımları bu sebeple tam entegre olamamış ve toprak reform hareketleri gecikmiştir.

3) Piyasa bozulan fiyatlar sebebiyle çalkalanmış elbette her savaşta olduğu gibi toprak ağaları ve bağlantılı tüccarlar karaborsa, istifçilik ve rüşvet ile daha zenginleşmiştir.

20150731_172110

4) Ekonominin düzeltilmesi için toprak ve varlık vergileri çıkartılmıştır. Vergiyi ödeyemeyenler kamplara işçi olarak çalışmaya götürülmüştür. Aslında ödeyemeyeceği biliniyor köylünün. Amaç üretim gücünün bu şekilde bir miktar artırılması.

5) Varlık vergisi yani şehirliden alınan toplam verginin hemen hemen yarısı azınlıklardan alınmıştır yani gavurdan. Buda verginin ırk/din ayrımıyla toplandığının kanıtıdır aslında.

6) Toprak vergisi orta/küçük köylü kesimine ise büyük yük getirmiş halk vergiden korkar olmuştur.

7) Bu yıllarda reel ücretler neredeyse yarı yarıya düşmüştür.

Savaş Sonrası Dönem 1946-1953 Yeni Dünya Düzeni Kuruluyor

1) Savaş sonrası ekonomik ve iktisadi durgunluğu giderebilmek için 1930-1940 arası büyüme odaklı 5 yıllık bir sanayi kalkınma planı açıklandı.

2) Sanayi hamleleri devlet tarafından öncülük edilerek yapılacak ve ekonomik bağımsızlık hamlelerine devam edilecekti. Fakat ne oldu? Bu açıklamalar ve planlardan sadece 2 ay sonra dolar 1,28 liradan 2,8 liraya fırlayıverdi! Bak sen şu işe!

20150731_172131

3) Bu devletçi planın ABD yanında yer alan bir ülke tarafından uygulanamayacağı anlaşılmış oldu. CHP içerisindeki devletçi nitelendirilen akımlar 1947 yılında temizlendi.

4) Özel teşebbüse açık olan bu yeni iktisadi anlayışı CHP’de DP’de destekliyordu. Sadece CHP devlet tesislerinin özelleştirilmesini istemiyordu. DP parti ise “parayı göster babamı da satarım” modundaydı.

Her şeyi satacağım. Memleket işgal ediliyor diyorlar. Evet, çağırıyorum; Amerikalı’yı, Rus’u işgale çağırıyorum. TÜPRAŞ’ı Ruslara veremezmişiz; onlarınki para değil mi? Parayı veren düdüğü çalar. Devletin elinde ne varsa satacağım. Müşteri gece gelse, yatağımdan kalkar pijamalarımla gider satarım.’’

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan

5) Buraları iyi okuyun arkadaşlar. Hop uyanın silkelenin. 1946’da 250 milyon dolar fazla döviz rezervi ve 100 milyon dolar dış ticaret fazlası veren ülkemiz ABD stratejisi gereği yardım almaya başladı. Tarihte bu yardımlara Truman ve Marshall yardımları denir. Aç oku onu da ben anlatmayayım.

6) Yabancı sermaye yatırımının olumlu etkileri abartılmış, ithalat sınırlamaları 1947-50 CHP hükümeti döneminde yavaş yavaş kaldırılmaya başlanmıştır. Ama asıl hamleler elbette “Demokrasi Şehidimiz” Adnan Menderes’ten gelmiştir. 1951 yılında Demokrat Parti döneminde “Yabancı Sermaye Yatırımları Teşvik Kanunu”, 1954 yılında “Yabancı Sermaye Teşvik Kanunu” ve yine aynı yıl “Petrol Kanunu” çıkartılmıştır. Kime çıkartılmıştır? Yabancılara. Kim hazırlamıştır bu kanunları? Amerikan petrol şirketlerinin avukatı Max Ball. “Lozan anlaşmasına göre petrol aramamız yasaklandı” diyen güzel kardeşim; 1926 yılı Petrol Kanunu yasasına göre “Türkiye’de petrol arama ve işletme hakkı Türkiye Cumhuriyeti’nindir”. O yasa yabancı petrol şirketi avukatı tarafından hazırlanan bir kanun ile Adnan Menderes döneminde kaldırılmıştır. Ulan yordunuz beni ya hep duyuyorum yeter artık söylemeyin şu lafı artık. Zaten bu yıllarda entellektüeller ülkenin değişik noktalarında ABD, İsrail, İngiliz vs. adamların harıl harıl bir şeyler aradığını gördüklerinde “Adnan Menderes petrolleri yabancıya sattı” diye eleştirmişlerdir. İşte 1954 yılında medya da “ya biz arayacağız ama Lozan’da gizli bir madde var bu sebeple arayamıyoruz. Bu kanun ile başkasına çıkarttırıp biz alacağız” tarzı bir yalan ortaya atılıyor. İşte o yalanın peşinden 60 yıldır gidiyorlar el insaf artık. Meclis yasalarında madde madde çıkartılan bu yasalar vardır.

petol

7) Bu yıllarda ABD’li danışmanlar ekonomi politikalarını belirlemeye başlamışlardır. Zaman sonra ABD veya İngiltere’de okuyan türk danışmanlar bunların yerlerini almışlardır. Günümüz bakanları bunlar arasındadır. Hadi ipucu vereyim “Bu Bakara çok makara” falan diyen zatı muhterem mesela bunlardan birisi.

8) Dış borca dayalı ekonomik büyüme girişimine başlandı. 1947’de ithalat %100 artırılıyor ve vergi indirimleri getiriliyor. İhracat ise aynı kalmakta.

9) 1946 yılında 250 milyon dolar fazla rezerv ve yılda 100 milyon dolar cari fazla veren ülkede, 7 yılda cari açık 500 milyon dolara dayanıyor. Elbette Adnan Menderes’in bu açıkları çok önemli değil. Çünkü kankaları ABD ve saz arkadaşları “sen takma kafana Menderesciğim biz sileriz bu borcu” diyorlar ve siliyorlar elbette. Bunları eleştirirsen o tarihlerde “vay anarşist vay komunist” falan diyorlar. Yapılan propaganda ile ilgili ayrı bir yazı yazacağım. Maden Teknik Aramayı kapatıyorlar 1955 yılında. Onun yerine Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) kuruluyor sonradan bunun başına kim geçiyor? Takunyalı kardeşlerin enerjik olan Korkut Özal elbette ki ileride İngiliz şirketlerin ülkemizdeki sorumlu müdürlüğünü yıllarca sürdürecek. Yani çıkartılan yasalar, ikili anlaşmalar ve imtiyazlar neticesinde işte bu arkadaki borçları siliyorlar. Allah belanızı versin sattığınız, yaptığınız, zengin olduğunuz o paralar ile cehennemde petrol kuyularında yanın inşallah.

10) Savaş yıllarından çıkan fakir halk bu dönemi “bolluk ve refah dönemi” olarak görüyor elbette. Tarım ürünlerinin fiyatları düşse de kredi/traktör gibi yeni üretim araçlarının yardımıyla ürün miktarları artırılıyor ve böylece çiftçinin geliri artıyor.

Sonraki yazı için buradan

Şekerden Kıssadan Hisse

Size bir hikaye anlatayım. Halktan birisine “sen ne ayaksın olm?” diye sormuşlar. Oda anlatmaya başlamış;
 
“Devlete, halka kızdık. Bize haksızlık yapıldı. Yardım istedik, hakkımızı istedik. Devlet bize hakkımızı vermiyordu. Madem öyle deyip aldık elimize silahı. Kah orada, kah burada bizde devletin polisini, askerini, öğretmenini öldürdük. Dağlarda köpek gibi geberdik, mücadele ettik. Kimse bizi dinlemedi. “Ne istiyorsun?” diye konuşamadık. Tam 25 yıl savaştık. Bir gün devlet bize “gel senle konuşalım yeter artık bize saldırdığın” dedi. Şartlarımızı sunduk. Devlet dediğimiz kişilerle anlaştık. “Meclise girelim, artık savaşmak istemiyoruz sesimizi duyurmak istiyoruz” dedik. Sonradan devlet verdiği sözleri tutmadı, meclise girmememiz için barajı düşürmedi. Ama seçimde barajı geçtik. Artık resmi olarak ilk defa hem de partice meclise girdik. “Savaşı bitirmek istiyoruz, kan akmasın. Şartlarımızı dinlemek zorundasınız artık” dedik. “Beş yıldır görüşüyoruz sona varalım” dedik. Sonra konuşmalara başladık. Devletin bize verdiği sözleri hatırlattık. Yapılan yolsuzlukların hesabını sormak istedik. Sonra….
 
Biz polise, askere, okullara tekrar saldırdık. Seçimi meçimi bıraktık. Katil devleti yok edecektik!..”
 
Araya girmiş soran kişi;
 
“Yahu bunda bir yanlışlık var bilader, seçimi kazanmışsınız barajı geçmişsiniz. Devlet sizle zamanında da görüşmüş. Ne demeye tam hükümet görüşmeleri sırasında bunlar değerlendirilirken saldırıyorsunuz?”
 
Tam cevap verecekken Tv’den AKP genel başkan yardımcısı Mustafa Şentop konuşmaya başlamış “Türkiye’de parti kapatmanın bir tek sebebi vardır. O da siyasi partilerin terör örgütleriyle ilişki içerisinde bulunması. Açıkça teröre ve şiddete çağrı yapması bunlarla ilişki içerisinde bulunması kapatılma sebebidir”…
 
Soran adam cevabını bu şekilde almış

Yeni Bir Tarih II

Diğer yazımdan devam edeyim. Kafalarda bir Osmanlı yaratılmak isteniyor. Zaten tam olarak bilinmeyen bazı şeyleri dediğimiz gibi “aslında böyle ecdadımız hey gidi” denilerek ütopyaya yerleştiriyorlar. Zamanında hayal ürünü tarihsel örneklemeleri kusura bakmasınlar ama Mussolini ve Htiler yapmıştır. Düşlerindeki Osmanlı yabancı gelmeyecek şöyle bir şey olduğu anlatılıyor bir iki maddeyle yazarsak;

1) Osmanlı devleti 700 yıl Dünya’ya hükmetti (doğrusu; yaklaşık 1400-1600 yılı arası bilinen Avrupa ve kuzey Afrikadaki hakimiyettir. Bilinmeyen Güney Amerika ve Asya elbetteki ulaşılamaz olduğundan söz konusu olamazdı. Ama kendi çevresinde ağırlıklı bir yönetim elbetteki vardır bu küçümsenemez. Dünya hakimi ise baya abartıdır)

2) Osmanlı devletinde herkese eşit davranılır, din mezhep ayrımı yapılmazdı (doğrusu; eşit davranılmaz gavura gavur denir, fazladan vergi verilir, gerekirse dini yerlere el konulur, ibadethane yapmasına son zayıflama dönemleri hariç izin verilmez, ata binmeleri ve yüksek bir binada oturmaları yasaktır, vs.. yani ikinci sınıf vatandaştırlar)

3) Osmanlı devleti çok adaletli olduğundan savaşmadan adamlar teslim olmuştur (doğrusu; Ortadoks olan doğu roma imparatoru ve balkanlarda ki devletler uzun süredir zayıfladıkları için katoliklerin katliamlarına maruz kalıyorlardı. Osmanlı komutanları bunu çok iyi bir politikayla kullanarak şehirleri savaş yapmadan ele geçirdi)

4) Osmanlı devletinde kati surette içki içilmezdi karı kız falanda olmazdı (doğrusu; şehirlerde ve yollarda meyhaneler vardı. Burada müslümanların içki içmesi yasaktı resmiyette. Gavurlar içki içebilirdi. Eğer müslümanın birisi burada içeren yakalanırsa veya şikayet edilir ise falaka falan ceza yerdi. Osmanlı devletinde içki olarak Şarap içilirdi. Dünyanın en iyi şarapları ege ve kıbrısta üretilirdi. Gavurlar için domuz çiftlikleri bulunduğu gibi gizli genelevlerde faaliyetteydi)

5) Osmanlı devleti şeriat ile yönetiliyordu (doğrusu; nah şeriatla yönetiliyordu. Karma ve kendine özgü bir devletti Osmanlı devleti. Devlet temel yapısı doğudan gelen Türk boyu ile batıdan gelen roma hukuku arasında şekillenmiş düzgün işleyen bir çarktan oluşmaktaydı. Şeriat devleti bu kadar farklı mezhebin, dinin ve nufuzun olduğu yerde düzgün uygulanamazdı zaten)

6) Osmanlı devleti bir bozulma sürecine girmiştir. Sebebi ahhh o Hürrem yokmu yani kadındır (doğrusu; bozulmanın sebebi yavşak basiretsiz idareciler, üçkağıtçılar, rüşvet, adaletsizlik neticesinde teknolojiye ayak uyduramama ve fransa devriminin sonucudur)

7) Aslında Osmanlı devleti son zamanlarında borçlarını ödüyordu ve toparlanmıştı. İttihatçılar vatanı sattı (doğrusu; İttihatçılar vatanı satmadı, devlet borçlarını falanda ödeyemiyordu atma. İlk borç 1830’larda alınmış 1881 yılında fazileri bile ödeyemeyecek duruma gelindiği için Diyinu Umumiye kurulmuş (5 farklı yabancı devletin ülkede vergilerin toplanmasını üstlenmesi ve borçlarını alması iflas yani) bunun üzerine tam bir vatansever lakin odun kafa düyebileceğimiz İttihatçılar devreye girmiştir. Yanlış kararlar falan başka şeydir vatan hainliği bambaşka şeydir dikkat)

8) Adamlarda kölelik varmış, bizde yoktu mesela ulu ceddime şükür (doğrusu; bizde hiçbir zaman batıdaki gibi bir köle ağı olmadı lakin bu köle olmadığı anlamına gelmiyor. Köle pazarları vardı, yerleri ve köle fiyatları da zaten bellidir. Köle akınlardan ele geçirilen ve müslüman olmayanlardan yapılır pazarda satılırdı. Kızlar zenginlere cariye yapılır, erkekler iş akdiyle (3-5 yıl sonra serbest kalacakları şekilde) çalıştırılırdı. Cariye ile ilişki muhabbetine girmeyelim şimdi merak eden olursa şeyaparız)

9) Padişahlar sabahtan akşama namaz kılar, ata biner veya sefere giderdi. Saray erbabı muhafazakardı. (doğrusu; 3 padişahtan 2’si fırlamaydı. Elinde bir sürü askeri, hocası, cariyesi olan önünde eğilen kalkan adamlar ne yapacağıdı? Saray eşrafı muhafazakar değil di soyluydu. Dönemin modası neyse sarayda onu giyerler, onu yerler, ona göre eğlenirlerdi pis soysuz halk mı lan bu? Bir çoğu içki, karı kız takılsa da yaşlanmaya doğru işte nasıl senin benim dedem babam gibi namaza başlar bunlara tövbe ederdi. Gençliğinden itibaren düzgün bir hayat yaşayan padişah enderdir.)

Neyse ya uzayıp gider. Belirttiğimiz gibi kafalarda başka bir dünya var aslında. Anlatılmak istenen ile olan farklı şeyler elbette. O zamana göre değerlendirmemiz gereken hayat tarzı ise bu söylenenler gibi değil. Elbette amaç, anlatılan ütopya üzerine “hedefimiz ceddimiz oraya gidiyoruz” diyerek propaganda yapmak ve takipçilerini din/milliyetçilik ekseninde kandırmaktır. Bunu anlamak ile beraber Cumhuriyetin çok önemli bir konu olan “Osmanlı devletinin çöküş sebeplerini” unutturmak beceriksizliğine de şahit oluyoruz.

Çünkü Osmanlıyı sürekli savaş ve padişahlar ile anlatanlar, gerçek toplum yapısını, kültürünü ve geleneğini anlatmıyor. Toplum atadan gelen cesaretinin yanında, bozulan düzen ve rüşvet ağlarıyla hiçbir zaman adalete inanmayan, din ve mezhep ayrımcısı yapıya dönüşüm geçiriyor. Zenginler ağa olmaya veya vezirleri/askerleri/kadıları satın almaya başlıyor. Feodalite bu sebeple iyice palazlanıyor. Bunun altında ezilen halk kafasını küçük bir isyanla gösterdiğinde ise çok şiddetli bastırılıyor.

Arkadaşlar yine dikkat ediyorsanız devletin neden yıkıldığının ipuçlarını görüyorsunuz. Okuyun tarihin başlangıcını işte yazılarımdan. Büyük komutanlardan nasıl hainlere para/kadın düşkünlerine geçiş yapıldığını görün. Öyle hani yazardık ya madde madde eskiden. Sktiredin onları şimdi sebebi budur; Çok ayrıntılı yazmıyorum ama sarayda ve dışında artık rüşvetle işler yürümeye başlamış, gerçekten kaliteli devlet adamları hokkabaz üçkağıtçı kişiler tarafından iftiraya uğratılarak yok edilmiştir. Yani “devlet yıkıldı çünkü sebebi matbaaydı veya dindi” gibi saçma sapan sebeplerden yıkılmadı Osmanlı devleti. İşte okuyorsunuz başarılı devlet adamlarını yok edersen, üç kağıtçı rüşvetçi adamları başa getirirsen, onlar kendi rüşvetçi kaypak adamlarını devletin başına getirecekler ve yavaş yavaş toplumda ahlaksızlık, rüşvetçilik, adam kayırma yerleşecektir. İnsanlar şimdiki toplumda yaşadıklarının yeni bir şey olduğunu zannediyorlar. Etrafınıza bakarsanız halkımızın aslında ne kadar yanar döner olduğunu göreceksiniz. Fırsatını bulduğunda nasıl parayı cukka yapmaya meyilli olduğunu fark edecek, nasıl kendi yandaşını istediği mevkilere işlere soktuğuna şahit olacak, ceza falan yediğinde nasıl tanıdık hakim polis aradığını göreceksiniz. Toplumun bu olayları kanıksaması bu yıllarda başlamıştır. Ne yazık ki Cumhuriyet devrimleri ile yeniden tasarlanmaya çalışılan bu “muhafazakar” görünüp üç kağıtçı, fırsatçı yaşayan, hırsızlığa alışkın toplumun değiştirilemediğini görüyoruz.

Bazı arkadaşlarım böyle olmadığını, Osmanlı devletinin adaletin hassas terazisi sayesinde bu günlere geldiğini söyleyeceklerdir. Katılmakla beraber, yaratılan bu sağlam, adaletin temeli üzerine kurulmaya çalışılan yapının nasıl bozulduğunu da görmek gerekiyor sanırım ve en önemlisi şimdi ne yapabileceğimizi görmeliyiz.

Son olarak yolsuzluk ile suçlanan bakanlar ile ilgili konuştuğum kişilerin neredeyse yarısından fazlasının belirttiğim gibi savunmalarının “sen olsan sende çalarsın”, “herkes çalar”, “elbetteki çalacak”, “öncekiler çalmadı mı?” veya “bal tutan parmağını yalar” olması işte bu tarif ettiğim toplumsal çöküşe işaretlerdir.

Çöküntüye uğrayan ve bir türlü düzelemeyip sonunda başka devletler tarafından köle yapılan veya yönetilen büyük devletlerin denge taşı “ahlak” olmuştur. Çünkü ırkı, dini, mezhebi, cinsiyeti veya toplumsal statüsü ne olursa olsun toplum eğer ahlakını yitirmiş, hırsızlık yapmayı, çalmayı, rüşvet vermeyi normal karşılıyor ise yavaş yavaş adalete olan güvenini yitirmeye başlar. Etrafındaki bazı insanların bu rüşvet ve hırsızlık ağından yararlanarak yükseldiklerini ve üst mevkilerde yer edinmeye başladığını görür. Gittikçe devletin koruyucu bütünsel yapısından uzaklaşır kendi başına hareket etmeye başlayarak “bencilleşmeye” başlar.

Bencilleşir ise ne olur? Yanında yardıma muhtaç bir insana yardım etmez, dövülen insanı görmezden gelir, sokakta korkarak dolaşır, güvenlik kuvvetlerinden nefret etmeye başlar, vs.. Ve zamanı geldiğinde ya bu devlet yapısı iç karışıklıklar sonucu çeşitli parçalara ayrılarak yada bir dış kuvvetin silahlı baskısı sonucu yok olur. Çünkü bunları engelleyecek ahlaki toplumsal yapıştırıcısını kaybetmiştir, çünkü rüşvetçi yöneticilerin çocuklarının savaşa gitmediğini fark etmiştir umursamaz…

Dikkat ederseniz ekranlarda sürekli “yedi ceddimizin kudretinden” veya “dünyaya saldığımız korku rüzgarlarından” bahsederler de bu koskoca imparatorluğun neden/nasıl yıkıldığını bir saat anlatmazlar. İşin sırrı etrafınızdakilerde arkadaşlar. Bakın çevrenize işte. Kendini kurtarmaya çalışan, fırsat geldiğinde rakibini yok eden, müslümanlığına şükredip sürekli övdükten sonra diğer bütün dinlere kötü gözle bakan, muhafazakar kafayla yaşayıp yoldan geçen kadınların bacaklarını kesen, üçkağıtçı ve rüşvetçiliği, hırsızlığı normal gören toplumumuz. İşte budur ykılmanın sebebi sorumsuz, sorgusuz, yönetilen ve öyle olan belkide. Geçmişinden ders almayanlar yok olmaya mahkumdur Allah kimseyi hırsız yapmasın, rüşvetçi yapmasın…

Yeni Bir Tarih I

Yakın bir iki yazımda belirttiğim gibi bu farklı tarih anlayışının ne olduğu neden yapıldığı üzerinde durmak istiyorum. Bir cümle vardır “tarih kazananları haklı çıkarır” diye. Doğrudur aslında. Tarih boyunca savaşları kazanan devletler, kendi çıkarları doğrultusunda tarihlerini istedikleri gibi kırpmışlar, eklemeler yapıp bazı şeyleri de çıkartmışlardır. Bir bilimsel araştırma konusu olan “tarih” bölümü bu sebeple sürekli ileri geri çekişmelere sahne olmakta “aslında öyle olmadı böyle oldu hacı” söylemlerine maruz kalmaktadır. Bizim temel araştırma dayanağımız romanlara, ne idiğü belirsiz araştırmacıların yazılarına, efsanelere vs. değil, bilimsel ve akademik kaynakları açıklanmış tarihçilerin çalışmalarına dayanmalıdır.

Belirttiğimiz gibi devletler eğer çıkarları doğrultusunda değil ise kendi iç çatışmalarında ve dış cephe savaşlarında kendi tarihsel gerçeklerini yaratırlar. Bu İngilterede de Fransada da efendim Ugandada da böyledir. Bu tarih anlayışının belirli özellikleri vardır. Bunu anlamanın yolu oldukça basittir. Okuduğunuz tarihsel bilgide eğer bunlar var ise;

1) Sürekli kendi milletinin ırkına yönelik övgüler ve başarılardan bahseder

2) Sürekli kendi dini ile ilgili övgülerde ve başarılarda bulunur

3) Sürekli yapılan savaş ve çarpışmalarda bashedilen ırksal ve dinsel temaları kullanarak anlatımlar yapar

4) Ara bölümlerde yine genelde kendi ırk/din ekseninde ve yine genelde mucizevi şekilde efsaneler yaratır, sürekli gündemde olmasını sağlar

5) Bağımsız araştırmalara, temel kaynaklara, arşiv kayıtlarına ve yurt dışı çalışmalara yönelmez, bahsetmez, yönlendirmez

6) Kendi tarihsel gerçeklerini kabul ettirmek için devlet çıkarları doğrultusunda bazı bilgileri gizler, yok eder veya kabul etmez

7) Genelde yeni devlet oluşumlarında veya kazanılan iç savaşlar neticesinde yenilen veya eskimiş devlet yapısı karalanır, kötülenir ve beceriksizlik ile suçlanır

8) Mevcut olan devlet yapısının ideolojik düşünce ve yapısına uygun olarak tekrar ve tekrar yapılandırılıp, değişikliğe uğratılır.

9) Yayınlar dünyada kabul edilen akademik çalışmalar değil, genelde kendi vatandaşına karşı kullanılmaktadır. Bilimsel olarak bir değerleri yoktur

Yazılacak bir çok şey ile beraber ana hatlarıyla bunlardır arkadaşlar. İngiltere kendi vatandaşına Fransızların nasıl kana susamış bir toplum olduğunu (kendileride öyledir halbuki), venedikliler cenevizlilerin nasıl korsanlık yaptığını (kendileri de korsandır), İspanyollar Katalonların ırkçılıklarını vs. anlatırlar.

Bizim tarafımıza bakar isek Yunanlılar tarih medeniyetlerini kurduklarını ve Türklerin topraklarına yerleştirdiklerini, güvenilmeyen yapımızı ve ihanetlerimizi tarih olarak halkına anlatır, keza Ermeniler benzer şekilde anlatım yapar. İranlılar, Araplar tarihte uzun süre boyunduruğumuz altında yaşadıkları için Türkleri sevmezler, bizde Yunanlıları Kıbrıs saldırılarından, Egede yaptıkları tecavüzlerden veya kurtuluş savaşında ki Ermeni çetelerden veya işte yine I.Dünya savaşında bize ihanet eden araplardan falan bahsederiz.

Bunların aslında garip olanı bir çoğunun doğru olmasıdır. Lakin olayların gelişimi ve bakış açısını ise devletler kendi ideolojileri doğrulusunda şekillendirirler. Mesela Arapların bağımsızlık hayalleriyle Osmanlı devletine karşı ayaklanmaları normal değil midir? Sizce kapısına domuz yağı sürülen, bir müslüman ile aynı şartlartda çalışmasına rağmen sırf gavur olduğundan az para alan ve ikinci sınıf vatandaş görülen Ermenilerin bazı yerlerde çeteleşmesi normal değil midir? Tepesinde dikilip onları yönetip, muhtemelen bir şekilde ırksal/dinsel çatışıp ezenlerin altındaki bu ırksal azınlıklar elbette kendi tarihlerinin peşini bırakmıyorlar ve ilk fırsatta size karşı da bunu kullanıyorlar.

Neyse konumuz bu değil şimdi. Türkiye cumhuriyeti savaşı kazandıktan ve meclisini falan kurduktan sonra Dil ve Tarih kurumunu kurdu. Yapılan devrimler neticesinde yeni oluşturulan devlet haliyle Osmanlı devletinin içinde bulunduğu kötü ekonomik yapısını, padişahların kötü yönetimini, bozuk düzeni gözler önüne sererek onları halkın gözünde karaladı ve yeni kurulan demokratik hukuk düzeninin bunları geride bırakacağını vatandaşına anlattı. Kurulduğu 1923 yılından 1940 yıllarına kadar bu yapının eski devlet yapısı özleminde olanlar ve fırsatçı çete/beyler tarafından çatışmalar ile iç içe olduğunu ise anlatmadı. Çıkan isyanların devlet düzenini bozmaya yönelik olduğunu söyleyerek çok sert tedbirler ve önlemler aldı. Ermenileri mesela tehcir etti, isyanların kanlı bastırılmasının önüne geçemedi vs.

Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti kendine has yapısı ile kendi vatandaşına Cumhuriyetin kurulması için bazı yalanlar söyledi. Örneğin kurtuluş savaşının halk ile hep beraber yapıldığını (aslında anadolunun bir kısmı ve bazı doğu illeri), son padişahların vatan haini olduklarını (aslında devletin dağılmasını engellemeye çalışan baskıcı II.Abdülhamit ve umutsuzluk sebebiyle İngiliz mandası olmanın en iyi yol olacağına inanan Vahdettin), halkın yapılan cumhuriyet devrimlerini coşkuyla karşıladığını (aslında ne yapıldığı hakkında en ufak bir fikirleri yoktu ve büyük çoğunluğu halifeliğin ve padişahlığın neden kaldırıldığını anlamıyordu) vs. anlatıp kendi ekseninde yaratmak istediği türk ulusu yapısında yaşatmaya çalıştı. Nasıl ki II.Abdülhamit dünyadaki milliyetçilik akımlarının ve özgürlükçü düşüncelerin devletin sonu olduğunu düşünmüştü (elbette kaçınılmazdı buda engelleyemedi), Cumhuriyette kendi içinde bulunan bir çok ırk ve mezhebi tekelleştirmeye çalıştı. Kendi kökenlerini değil Türklük kökenini öne çıkartarak, ilerde yaşanacak ırksal ayrılmaları engellemeye çalıştı.

Ha gidip köy bastı, isyanlarda bkunu çıkardı falan ama buydu vizyonu ve son derece doğru görünüyor o şartlar altında. Kafasını çıkaranı ezdi falan. Akademik olarak yapılan çalışmalar ise yine yapılmak ile beraber, vatandaşını ise türk milliyetçiliği ekseninde neredeyse tek mezhep üzerinde bir yapı doğrultusunda yetiştirmeye çalıştı. Geçmişte yaşanan isyanların üstünü örttü, yaptığı bazı yanlış uygulamaları ise hiç anlatmamayı tercih etti. Fakat bunlar ile beraber bilimsel çalışmalara yöneldi, toplum bilimi, madencilik, tarımsal faaliyet, havacılık vs. ne var ise bilimsel araştırmalarda dünyanın en iyi okullarına bursla öğrenciler yetiştirmek için kadın erkek demeden gönderdi. Yiğidi öldürüp hakkını verelim elbette.

Peki devletler bunu neden yapıyor? Söylediğimiz gibi genelde kendi çıkarları doğrultusunda oluşturulur bu yapılar. Yeni kurulan Cumhuriyet ne diyecekti mesela? Osmanlı devletinin 1500’lü yıllardaki bilimsel başarılarını, ünlü padişahların cesaretlerini, devlet düzenini mi övecekti? Elbetteki bunları çok anlatmadan son dönemin çağ dışı kalmışlığını fazla kurcalamadan anlattı. Ama dikkat edin öyle beyaza kara demedi. Haliyle son iki üç padişaha patlasa da geçmişi bir facia gibi göstermedi. Kurulan yapının bozulduğunu ve kendi cumhuriyet düzeninin tek çıkış yapısı olduğunu anlatmaya çalıştı. Çünkü böyle yapmasaydı bizim gibi bir çok etnik kökene sahip halkları bir arada tutamazdı.

Cumhuriyetimizin 1940’lı yıllardan sonra akademik tarihçiliğe önem verdiğini görmekteyiz tıpkı diğer bilimsel araştırma alanlarında olduğu gibi. Büyük bir asker ve en önemlisi büyük bir devlet lideri olan Atatürk bir çok alanda araştırmalar, revizyonlar ve değişimler gerçekleştirdi. İnsanlar çayın cumhuriyet ile beraber içilmeye başlandığı bilmiyorlar, veya limanların Fransızlardan satın alındığını.. Demir yolları Almanlardan, madenler İngilizlerden geri satın alındı. Yabancılar ile sanayi alanında rekabet edilemeyeceği için yerli üretime destek olundu onları teşvik edildi markalar ve yeni yerli zenginler yaratıldı.

İşte bu düzen içerisinde yeni toplum yapısında gerekli olan çoşkulu, devrimci, yeni bir nesil için bunlar anlatıldı. Ve elbette yapılacak bir savaşta kullanılmak üzere milliyetçiliği ve dindar gençlere ihtiyaç doğrultusunda eğitim verildi. Bu sandığınız gibi kötü bir şey değildir aslında. Yani şekillendirmek bütün devletler tarafından yapılır neredeyse. Eğer Osmanlı devletinin cariye ve seks hikayelerini merak ediyorsanız gidip akademik yazıları okuyabilirsiniz. Fakat bunun halkın bütün kesimine verilmesine gerek yoktur bilmem anlatabildim mi? Çünkü değişen zaman ve yaşam standartları sebebiyle eğitim seviyesi belli bir düzeyin altında olan halk tabakası bazı şeyleri anlamayacak, yanlış yorumlayacak ve milli yapısından uzaklaşacaktır. Kusura bakmayın ama savaş olursa savaşacak insanlara ihtiyacı vardır devletin. Fazla bilinç iyi değil yani 🙂

Mesela ben bir sürü şey yazıyorum okuyor iseniz zaten buraları belli bir merakınız veya eğitiminiz vardır. Birisinin çocuğu “ben testis kanseriyim” diyor diğeri parayı basıp askere gitmiyor ise beni kimse savaşa götüremez artık. Lakin herkes bunu görür ise kimse askere gitmez pek anlatmadım ama böyle işte.

Peki şimdi yaşadığımız nedir? Günümüzde farklı bir tartışma ortamı, farklı bir algı yaratılmak isteniyor. Bu anlayış 2000’li yıllarda başlayıp 2005’li yıllarda oldukça planlı ve programlı bir şekilde yerleştirilmeye çalışılıyor. Şu an yapılan şeye “cumhuriyet bize tarihi yanlış anlattı bakın aslında böyle” denilerek tamamen yalan, çarptırma üzerine kurulan, hiç bir akademik değeri olmayan, bilimsellikten uzak ve beş para etmez yorumcuların uzman olduğu bir kesim tarafından yapılıyor. Bu yapılanlar, yeni kurulan bir devletin iç/dış savaşları neticesinde uygun gördüğü bilginin verilip verilmemesinden çok farklı gelişmekte. Göz göre göre yalan söylendiği, arşivlerde çok uzun zaman önce bulunduğu halde “yok olmadı” denilen cümleler bunlar. Bu o kadar aleni ve saçma bir şekilde ideolojik bir şekilde yapılıyor ki akademik olarak bir değerleri olmasa da oluşturulmak istenen yapının sürekli içine işliyor.

Bunun bir tek adı var; Siyasi Propaganda! Geçmiş yazımı mutlaka okuyun lütfen. Tarihte daha öncede yazılarımda belirttiğim gibi amaç doğrultusunda toplum mühendisleri tarafından tekrar tarih yazılıyor. “Bu kadar yalana insanlar inanıyor aptal mı?” 🙂

Hitler “Eğer yalan söylerseniz ve hiç kimse kasıtlı olduğundan kuşkulanmaz ise küçük bir yalan söylemeyin. Çünkü yalan olduğu anlaşılır. En büyük ve düşünebildiğiniz en olanaksız şeyi söyleyin. İnsanlar gerçek olabileceğini düşünüp ona inanırlar. Yalanın büyüğü bir silahtan daha etkilidir.” demiştir.

Yeni yaratılan bu tarihsel sistemde aynı büyük diğer otokratik liderler gibi geçmişe özlemi dile getirmektedir AKP. Kafalarında yaratılan Osmanlı devleti, Cumhuriyetin sonlarındaki yapıyı hafif karaladığı şeyin yanında hiç bir şeydir. Kaldı ki yapılanların tasvir etmesek de yapılış sebebini anladığınız 1923’lere göre bu zamanda yapılan şey sadece aşağılık bir yalanlar propagandasıdır. Kafalarda yaratılan Osmanlı devletinin yalanlarını ise ikinci yazımda yazayım uzun olunca okumuyorsunuz 🙂

Propaganda VI. Son Yazımız

Propaganda yazıları 6 yazıdan oluşmaktadır;

Propaganda I

Propaganda II

Propaganda III

Propaganda IV

Propaganda V

Arkadaşlar son yazımızla beraber son yorumlarımızı yaparak propagandayı bitirelim artık. Uzun bir yazı dizisi olmakla beraber ilgi göstermenizi istemiştim. Ha bu arada kaynak kitaplar ve notlar olarak ana hatlarıyla Doç.Dr. Sezer AKARCALI hocamıza ilk sırada teşekkür ederken internetin değişik bölümlerden faydalandığımı da belirteyim.

A.B.D.

Halk yapılan propagandayı kabul etmiyor genel anlamda. Çünkü avrupadaki nazi, kamünist, faşist akımların etkilerinde olduklarını bildiklerinden fazla bu işlere girmiyorlar. Bu olay 1940’lara kadar böyle gidiyor.

1917 yılında bir komite oluşturulsa da savaş bitince bir çok kongre üyesinin bastırması sonucu kapatılmıştı. Amerikalılar I.Dünya Savaşı sonunda imzalanan Versailles anlaşmasının barıştan ziyade saldırgan totaliter devletlerin ortaya çıkmasını sağladığını düşünüyorlardı. Bu sebeple her iki tarafı da suçlayıp avrupaya karışmamayı yeğlediler. 1917 yılında propagandadan dolayı savaşı desteklemişlerdi bu sefer öyle savaşa girmeye niyetleri yoktu. 1939 yılında başkan Franklin D. Roosevelt tarafsız kalacaklarını açıkladı.

Savaşa girmek istemeyenler başkanı ve savaştan kar elde edecekleri ekonomik çıkar sağlamak ile eleştirip suçluyorlardı. Almanya toplum yapısından dolayı Amerikanın kendi safında savaşmayacağını biliyor ve tarafsız kalmasını yeğliyordu.

Pearl Harbor

Amerika hükümeti ise (tahmin edeceğiniz üzere) savaşa girmek istiyordu yani. Bu sebeple propagandaya başvurdular elbette. 1940’larda avrupaya giden albay Donovan ilk birimleri kurdu. Radyolarda avrupalı insanlara yardım etmek gerektiği, savaşın sonlandırılması gerektiği, eğer İngiltere kaybeder ise savaşın Güney Amerikaya sıçrayacağı vs. tarzı haberler yapmaya başladılar.

İşte bu propagandalara için The Office of War Depart. ve Office of Strat. Service birimleri kuruldu. Başkanın kendisi çok iyi bir konuşmacıydı. Bir radyo programı vardı ve sürekli bu savaştan bahsetmeye başlamıştı. Amerika halkı savaşa girme potansiyeli sebebiyle daha çok çalışmalı, üretmeli ve üremeliydi. Elbette savaş için amerikan sineması (Holywood) kullanılmıştı. 1943 yılından itibaren her 10 filmin 3’ü savaş ile ilgiliydi.

Amerika baktı olmuyor bana göre kendisine bilerek yani yapılan saldırıyı engellemeyerek savaşa girmiştir. Pearl Harpor faciası olarak geçen Japon saldırısının bahanesiyle Japonya’ya ve dostlarına savaş ilan etmiştir. Kapilizm’in kendisine saldırı örnekleriyle halkın desteğini alma yöntemi daha sonra tekrarlanacaktır (kendine saldırıp bahane etmek)

Son Düzlükte

Evet arkadaşlar çok uzun bir yazı dizisini bitirmiş bulunmaktayız. Genel hatlarıyla ele aldığımız propaganda ilkeleri ve prensipleri doğrultusunda anlatmaya çalıştığımız bu olayın önemini kavramış olmalısınız. En önemlisi de bundan 60-70 yıl evvel yapılan ve kitle hareketlerine yol açan şeylerin hala yapıldığı ve yapılmaya devam edileceğini görmek olmalı sanırım.

Nasıl olmuştu da Hitler’in veya Mussolini’nin peşinden kitleler böyle hipnoz olmuşçasına gitmişti? Baskı ile eziyet çekmiş, genelde fakir ve alt tabakadan olan insanlardan alınan bu gücün temeli toplum yapısı ve doğru zaman olmalı. Eğer doğru yerde ve doğru zamanda o toplumu yakalayabilirseniz propagandayla peşinizden sürüklediğiniz büyük bir kitleniz oluveriyor.

Elbette demokratik sistemler, düşünce özgürlüğü, sanat ve edebiyat, bağımsız medya tarzı oluşumlar yaratılmak ve yönetilmek istenen bu yapıya karşı ilk savunma hattını oluşturuyorlar. Sanatçılarını, yazarlarını susturan, gazetelerini iş adamlarına satan ve sonra onları kontrol eden, düşünce özgürlüğüne ve farklılığa karşı görünürde saygılı olan fakat her fırsatta saldıran sözde demokratik sistemler belli bir zamana kadar bu insanlara karşı koyabilirler. Zamanla haksızlıkları dile getirenleri susturan, susturdukça seslendiği kitleye hedefler gösterenlere karşı hepimiz sesimizi çıkartmalıyız.

Anlattığımız bu propaganda terimleri ve sözcükleri için “olm yalan ya yok propaganda falan” demek yanlıştır. Ama bazı insanlar gibi de her şeyi propagandanın içine almakta doğru değildir. Bu sadece aklımızın bir köşesinde durması gereken bir şeydir. Bundan korunmanın en önemli yolu iletişim araçlarımızın bağımsızlığını sağlamak olmalıdır. Çünkü basın özgürlüğü anayasal bir haktır. Demokrasilerde fikirlerin özgürce ifade edilebilmesi ve gerçeklerin serbest akışı için siyasal sistem tarafından serbestlik sağlanmıştır. Bu vatandaşların entellektüel hareketinde temel ve aynı zamanda bir sosyal emniyet sübabıdır. Gazeteciler günümüzde gerçekleri mümkün olduğu kadar doğru, yansız ve çıkarsız haber haline getirmekten sorumludurlar. Bunu kendisine ve işine saygılı olan her gazetecinin yapması beklenir.

Onurlu bir gazeteci bu şekilde propagandaya alet olmayı kabul etmemelidir. Ancak gerçek doğruya ve bilgiye bu şekilde ulaşabiliriz. Gazeteciler, yazarlar, şairler, ressamlar, heykel traşlar, bilim adamları daha doğrusu bütün entellektüeller bu baskılara boğun eğmemeli ve doğruyu söylemelidir. Topluma karşı asıl görevleri bu olmalıdır. Yoksa ilerleyen yıllar kimin hangi olaylara karşı ne söylediğini iyi hatırlayacaktır.

Londra Bombalaması Sonrası Bir Çocuk

Ve biz buradan ne yazarsak yazalım okuması gerekenlerin okumayacağını kabul etmek gerekiyor. Yapılması gerekenlerden birisi yine alt tabakanın bağımsız bir şekilde düşünmesini sağlayacak eğitim sisteminin sağlanmasıdır. Nasıl olur, nasıl düzelir bilmiyorum ama çok zor görünüyor. O değilde ülkesindeki vatandaşları aslında korumak ve yaşatmak ile yükümlü olan devlet yapısını ele geçirmiş bu beş para etmez şerefsizler yüzünden ölen insanları düşünmek gerçekten çok tuhaf bir şey. Neden savaştığını bilmeyen, sadece kendisinden kendi çıkarları doğrultusunda savaş zamanı ölmesi, barış zamanı üreyip çalışması istenen bu insanlar.. Hepsi için yaşanmış iki dünya savaşı geçmişimizde. Ölen bir alman gencin veya rusun veya fransızın bir farkı olabilir mi? Aileleri, sevdikleri ve belki geride bıraktıkları karısı çocukları. Muhtemelen cesetleri bile bulunamayan, parçalara ayrılmış asker cesetlerinin sebeplerinin bu adamlar olması ne bileyim garip geliyor.

Ethal Gabain Bombalamadan Sonra Resim Yaparken

Hangi partiye üye iseniz veya hangi dindeyseniz veya ırktaysanız pek bir farkı yok sadece uyanık olun birazcık. Tepedeki adam söylediği için birisine eziyet etmeyin, öldürmeyin, vurmayın artık. Kendi manyaklıklarının kötülüklerinin farkına varın, sorgulayın ve mutlaka bağımsız haberleri ve yazıları takip edin. Ve okuyun mutlaka arkadaşlar. Burada yazılanları eleştirin, yazın, araştırın. Evet kapitalist dediğimiz ülkeler belki başkalarını sömürerek gelişmişlerdir, belki hala devam da ediyorlar. Ama unutmayın kendilerinin sömürülmesini ve kandırılmasını eğitim devrimleriyle aşmışlardır. Kendimizi ve geleceğimiz kandırmaktan vazgeçmek dileğiyle..

Bombalamadan Sonra “Londranın Tarihi” İsimli Bir Kitabı Okuyan Çocuk

Propaganda V

Önceki yazı için buradan

Arkadaşlar devam ediyoruz son ülkeler artık;

FRANSA

Fransa bildiğiniz gibi Almanya’nın saldırısına uğrayarak hızlı bir yenilgi almıştır. Bunda ani yapılan Alman saldırısının etkisi büyüktür. Almanlar daha önceden de yazdığımız gibi Fransa’ya ilk önce dost görünmüş sonra da saldırmıştır. Almanlar İngilizler ile aralarını açmak için onları sürekli kötülüyor tarihlerine atıfta bulunuyordu.

Lakin hem Fransız toplum yapısından dolayı hem de Nasyonal Sosyalizmin çağ dışı ırk üstünlüğünü dayatmasından Fransa’da çok etkili bir destek kitlesi bulamadı. Hitler Fransa halkına alçak gönüllü, askerlerin zor anlarında yanında olan, gözü yaşlı ve çocukları seven bir lider olarak tanıtılıyordu. Ama Fransız toplumu bunu yemedi 🙂

Hitler Paris’te

İşgale karşı olan Fransız direnişçileri duvarlara/etrafta sıkça gördüğünüz “V” harfini yazıyorlardı. Bu alman işgalin karşı bir direniş simgesi haline gelmişti ve başka ülkelerde bile kullanılmaya başlanmıştı. Günümüzde de ırkçılığa, faşizme, ayrımcılığa, baskıya vs. karşı “V” direniş simgesi kullanılmaktadır. Ünlü V For Vandetta filmi mükemmel bir şekilde bu mücadelelerden birisini anlatmaktadır. Mutlaka izleyin. Bir çok sahnesiyle beraber Tv’yi ele geçirdiği sahnede konuşma gerçekten unutulmazdır.

Ve Beethoven’ın 5.Senfonisi bu devrimin yine simgesel müziği olmuştur. Almanlar ilk başlarda bu durumu önemsemese de gittikçe bu duruma sinirlenmeye başlıyorlar. Yapılan müdahaleler, engellemeler fayda etmiyor. Halk her fırsatta tepkilerini dile getirmenin yollarını arayıp buluyormuş. Metroya binenler biletlerini “V” şeklinde kıvırıp aşağıya atıyorlarmış.

Hitler bakmış başedemiyor bari demiş simgeyi ben benimseyeyim. Sadece bu bölgelerde kendi simgelerine V harfini ekleyiverdiler. Almanya’nın Londra bombalamalarında kullandığı V1 ve V2 roketlerinin anlamı da buradan geliyordu. Fransızlar afiş basamamışlar ama Alman afişleri buldukları yerde yırtmışlardır.

Fransa ve Belçika’da işgale karşı vatandaşlarını cesaretlendirmek için gizli gazeteler ortaya çıkmıştı.

S.S.C.B.

Burada da işte Stalin benzer propaganda faaliyetleriyle halkı peşine takmıştır. Gençler erken yaşta etki altına alınmaya çalışılıyor, sloganlar üretiliyor, burjuva ve zengin sınıf vs. anlatılıyor sürekli. Yurt dışından gelen haberlerin hemen hemen hepsi sansürleniyor.

Stalin, Nazilerin söylemlerinin aksine kendisini barış adamı olarak görüyor. Mussolini gibi askeri üniformayı değil takım elbiseli ve şapkalı çıkıyor insanların karşısına (hepsi fakrlı görünüşte aynı yapıda insanları yönetiyorlar ama dikkat!)

Joseph Stalin Genç Bir Teğmenken

Sovyet Rusya’da Lenin propagandanın önemini erken yıllarda 1902’de kavrıyor ve propaganda bürosu kurduruyor. Bakü’de ki başarılı bir genç teğmen olan Joseph STALİN 1910 yılına kadar kurulan propaganda bürosunu yönetiyor. (ilginç değil mi yöneticisi). Lenin propagandanın farklı yorumlanması gerektiğini düşünüyor. Halkı yönetmek ve etkilemek için kullanılan yöntemlerde ajitasyon; cahillere göre olan, sürekli tekrarlanan, tek ve basit fikirlerden oluşan şeylerdi. Propaganda ise; daha kompleks olduğundan çok az kişi tarafından anlaşılabilen karıştırılmış ajitasyondu. Bu nedenle ajitatör konuşma dilini, propagandacı ise yazıya sarılmaktaydı. (yani konuşmayla gaza getirilenlerin bundan hemen gaza gelen armutlar olduğunu, bir kısmın ise ancak diğer yöntemler ile armutlaştırılabileceğini belirtiyor arkadaşlar)

1920’lere de her yere eğitim kurumları kurularak halka rus çarlarının günahları, bolşevik sistemin faydaları anlatılmaya başlandı. Propagandanın amacına ulaşması için sinema filmleri kullanıldı. Zaten 1920’lerde komple devletleştirildi. Mitinglerde ise büyük hatalar yapıldı. “Din halkların afyonudur” terimi beklenen etkinin tersine işi zorlaştırdı. Dinsiz militanlar birliği törenler yapmış, peygamber simgeleri, meryem, papaz vs ne var ise yakmışlar veya asmışlardır. Din adamları içki düşkünü ve açgözlü olarak gösterildi. Kilise malları ve binalarına el konuldu.

Sanıldığı gibi Rusya toplumu “haydi hoop dinsizliğe” dememiştir. Sosyalist rejimin asıl muhatabı olan işçi ve köylüler bu olayları büyük bir şokla karşılamışlardır. Anti din politikası beklenildiğinin aksi bir tepki doğurmuştu. Zamanla bu sert tepkilerin yerini ılıman hareketlere bırakması daha desteklenir sonuçlar doğurdu.

23 Ağustos 1939’de Almanya ile dostluk ve saldırmazlık anlaşması imzalanmıştır. 1 hafta sonrada Almanya Polonya’ya dalmıştır.

İNGİLTERE

İngiltere diğer ülkelerden evvel propagandayı fark etti. İlk defa 1917’de Alfred Harmsorth ve Lord Northcliffe önderliğinde propaganda bürosu kuruldu. Birinci dünya savaşı için kurulan bu büro savaşın bu bölümünden sonra gazetelerde Almanları insafsız, tecavüzcü, kadavraları yağa dönüştüren caniler şeklinde anlattı. Savaş bitimiyle beraber bu propaganda bürosu hemen dağıtıldı.

I.Dünya savaşı sonunda yardım alacaklarını umut eden Alman sosyal demokratları verilen sözler tutulmayınca İngilizler’e çok kızmışlardı. Almanlar ağır savaş tazminatına ve savaş suçlusu pozisyonuna getirilmişti. (Versailles anlaşması yani) İşte bu ağır maddeleri bahane eden Hitler iktidara gelecek ve II.Dünya savaşını başlatacaktı.

Londra

Lord Northcliffe savaştan sonra ne kadar ayıplanacak yöntem var ise kullanmış birde bunun ile övünmüştü. Bunun sonucunda beklemediği bir tepki almıştı. İngiliz halkı kendilerine yapılan bu propagandaya tepki göstermiş ve olumsuz bir tavır takınmıştı. Okuyan halk yapılan propagandaları anlıyor ve tam tersi tepkiler veriyordu. Ancak 1938’de Winston Churchill propaganda için hükümetten bir fon oluşturabildi.

İlk olarak askeri kanadın gücü şişirilirken alınan mağlubiyetler ile bu olay ters tepmeye başladı. Bu sebeple bundan hızla vazgeçildi. winston churchill zaten propagandaya çok inanmıyor ve önemsiz bir şey olduğunu düşünüyordu. Fakat zafer kazandıkça diğer ülkelere yapılacak propagandanın ne kadar hayati olduğunu fark etmeye başladılar. Birinci dünya savaşında A.B.D’yi savaşa çekmek için propaganda kullanılmıştı. Bu tekrar denendi elbette.

Alman radyosu gibi görünen %90’ı gerçek olan bir ingiliz radyosu kuruldu. Ölen Alman askerlerinin kimlikleri tespit ediliyor ve ailelerine aslında askerin ölmediğini anlatan mektuplar atılıyordu. Bu mektuplar çeşitli şekillerde yazılmakla beraber askerin bir arkadaşı gibi yazılmış bu mektuplar ölmediğini yada son kalan eşyasının partiye veya orduya verildiğini anlatıyordu. Yaralılara bakılmadığından zehirlenerek öldürüldüğü de söyleniyordu. Aileler umutla partilere veya orduya giderek eşyaları istiyor yalan söylenildiğini düşünüyorlardı. Çoğu alman aile mektuplara inanıyordu 😦

 Yine Ruslar’a Amerikalıların verdiği çeliği delebilen bir fosforlu bombanın olduğu söylentisini yaymışlardır. Çoğu Alman bu propagandaya inanmış, hatta bir alman general olan Von Schieben artık teslim olması için gönderilen yazıya karşılık “elinizdeki fosforlu bombayı atın onurumuzla teslim olalım” diyerek ne kadar inandığının göstergesi olmuştur.

İngilizler karikatürler ile bu savaşta yer almışlardır. Ünlü karikatürist David Low savaşılan diktatörleri eli kanlı olarak değil (çünkü bu onları yüceltir demiştir) şaklaban, sakar ve beceriksizce resmetmiştir.

Her ne kadar İngiltere propagandaya savaşın son zamanlarında ağırlık verse de kendi ülkesinin toplum yapısı gereği fazla yayın yapamamıştır. Demokrasi ve kamu oyunun gerçekleri öğrenmek istediği hep daha ağır basmıştır.

Sonraki yazı için buradan