Genç Werther’in Acıları – Goethe

Okuma fırsatı bulamadığım romanlarıma geri döndüğümü söylemiştim. Bazıları da bildiğiniz gibi farklı yaşlarda farklı tatlar bırakan kitaplar oluyor. Sanırım Goethe’nin yazdığı Genç Werther’in Acıları bu kategoriye girecek eserlerden.

Werther yakın süre evvel kaybettiği sevgilisinin acısını dindirmek için şehirden uzak konağına gelen fakat eğitimini almış olsa da tamda soylu kabul edilmeyen bir kişi. Genç yaşta ölen yakınının acısını dindirmek için geldiği konakta gezintilere çıkıp “işte orman insanı güzelliği ile büyüleyen fakat girdiğinizde de kendisini içinde kaybedecek kadar da tehlikeli efendim” tarzı mutluluk kelebeğine dönüyor. “Gökyüzü ne kadar mavi, çeşme ne kadar da güzel akıyor yarabbim” deyip kendisi mal gibi gezerken tanıma fırsatı bulduğu köylüler ile sohbet ediyor.

Başından geçenleri yakın arkadaşına neredeyse her hafta mektuplar yazarak anlatan Werther modern tabir ile bildiğimiz depresyonda. Çok mutlu olmasının altında gizlediği derin acı ufakta olsa düşüncelerinde görülüyor. İşte böyle sağda solda takılırken yine kendisine benzer varlıklı bir ailenin nişanlı kızı Lotte ile tanışıyor. Hem ağır bir bunalım başlangıcında olması hem de kalbinin sevgiye olan açlığı kıza aşık olmasına yol açıyor.

WhatsApp Image 2017-09-24 at 11.34.03.jpeg

Cicim günleri geçip giderken kızın nişanlısı geri gelip toz pembe hayalleri yok ediyor. Aslında sandığımız gibi ne Werther aşkı için nişanlıya ne de nişanlı Werther’e bileniyor. Bunlar eğitimli modern Avrupa insanı olduğu için karısına açıkça yazan Werther yine evlerine davet ediliyor ağırlanıyor falan. Küçümsemek için yazmıyorum ama burada olsa döverler yani hacı.

Ama dedik ya Werther çok naif bir insan. Lotte’ye aşık olsa da kadının başkası tarafından sahip olunduğunun bilincinde ve bu çizgiyi kesinlikle aşmıyor. Açıkçası bu ilgiden rahatsız olan Lotte hem kendisini bu denli seven Werther’i yanında istemezken, gösterilen bu aşka da bir yandan kayıtsız kalamıyor gibi. Werther yaşadığı iç çatışmaları ve aşk acısından ne yapacağını şaşırıp kendini ne denli avutmaya çalışsa da bir türlü bunu beceremiyor.

WhatsApp Image 2017-09-24 at 11.05.33.jpeg

Aşk acısını gerçekten derin bir şekilde işleyen kitabımızın sonu oldukça acınası devam ediyor aslında. Werther içinde hiç bir kötülük olmadan sevgisini haykırmak isterken, bir yandan da kimseye derdini anlatamıyor tabi. Açıkçası haline çok üzüldüm ve duygulandım diyebilirim.

Kitabı büyük aşk acısı çekenlerin pek okumasını tavsiye etmemekle beraber, mutlaka okunulası kitapların başında görüyorum.

Hoşça kalın.

Esir Şehrin İnsanları – Kemal Tahir

Ahlak nedir? Aydın yani eğitimli, entellektüel, sanatçı, şair, yazar.. nedir ne işe yararlar? Daha doğrusu bu kişilerin ahlak kapsamları nedir nasıl olmalıdır?

Ülkemiz ne yazık ki bu kavram bakımından oldukça fakir bir görünüm sergilemekte. Sade vatandaşların genel itibari ile suçlandığı düşünülürse ki aslında eleştirenlerin de düzgün bir tavır sergilemekte, yukarıda saydığım bazı insan guruplarından daha kötü olduğunu gözlemlemekteyiz. Aydın dediğimiz kişilerin aslında toplumu nasıl yansıttığını da tespit edebiliriz. Toplumu tanıması gereken aydınlar ile aydınların ne dediğini anlaması gereken toplum arasında kısır döngü kırılamamış gözüküyor.

Kemal Tahir üçlemesinin ilk kitabı olan Esir Şehrin İnsanları gerçekten kaliteli bir eser. Bizleri işgal altında esir düşmüş olan İstanbul’a götürüyor. Bildiğiniz gibi Ankara hükümetinin kuruluşu ile bir yanda kurtuluş mücadelesi verilirken, diğer yanda artık bir kukla haline gelen padişah ve adamları buna köstek olmaya çalışıyorlar. Hadi köstek demeyelim de inanmıyorlar diyelim. Bunun için geçerli sebepleri elbette vardır ve en büyük sebep ülkeleri batıran sebeplerin başıdır; Vatan için yapıyoruz!

Hükümetler bu sözü sürekli tekrar ederler. Yaptıkları yanlış şeylerin üzerini milli ve dini soslar ile süsleyip halka sunarlar. Barış zamanı vergi verip savaş zamanı askere gidip dönmeyen Anadolu toprakları artık yolun sonuna geldiğinden, kaydedilen dünya savaşından sonra tekrar ayağa kalkacaktır. Yani bir yanda Vatan için Mustafa Kemal’e düşman olan, fetvalar ile onları dinsiz ilan eden, bir Kuvay-i Milliye askeri öldürenin onlarca gavur askerini öldürecek kadar sevap kazandığını söyleyen, Hilafet Ordusu kurdurup Yunan birlikleri ile batıdan ve kuzeyden taarruza kalkanlar. Diğer yanda Anadolu’nun fakir köylülerinden, Osmanlı baskısından bıkmış dağa çıkmış çetelerden, yokluk içinde birleşip bunlar ile ülkeyi tekrar bağımsızlığına kavuşturmak isteyenler. Vatan için yani..

Yazar bize ne dünya savaşını ne de büyük taarruzun kanlı mücadelelerini anlatıyor. Yıllarca Avrupa’da yaşamış ve diller bilen paşa çocuğu Kamil Bey’in artık fakir düşüp tekrar yurda dönüşü, eski lise arkadaşlarıyla buluşup Kuvay-i Milliye lehine yazı yazan gazetede verdiği mücadele kaleme alınmış. Süreç ilerledikçe Kamil Bey bir yanda etrafında gezen bin bir çeşit yerli ve yabancı ajanları tanımaya, diğer yanda ise kendisini de eleştirel bir süzgeçten geçirmeye başlıyor.

Kamil Bey yıllarca Avrupa’yı gezdiği halde yurdunda İstanbul dışına hiç çıkmadığını, aslında Türk toplumu diye çevresindeki sosyete ve entel dantel takımı ile takıldığını, dün arkadaşı olan nazik, kültürlü ve kibar yabancı görevlilerin aslında sömürge ülkelerde nasıl canavarlaştığını anlayacaktır. Bunu niçin fark edemediğini kendi kendisiyle tartışırken İstanbul beyefendilerini de irdeleyecektir.

İstanbul’un işgal altında olduğu bu yıllarda bahsedilen aydınların bir kısmının işgal kuvvetlerinin ve Padişahın yanında saf tutuğuna şahit olur. Az bir kısmı ise Ankara’ya gizliden destek vermeye çalışmaktadır. Para karşılığında onurlarını satan kiralık kalemlerin veya subayların ortalıkta nam saldığı dönemde birde etliye sütlüye karışmayanlar vardır. Bunlar Yunanlıların hangi şehirde zulüm yaptığı ile ilgilenmektense arkadaşlarının yazdığı şiirlerde anlam bozukluklarını, kulakta bıraktığı tınıyı falan önemsemektedirler. Anadoluyu hiç bilmeyen, bazısı halka küsmüş, bazısı halkı aşağılayan, ömürlerini kayıkla boğazın karşı yakasına geçerken güzel kızlara ve hurilere methiyeler düzmekle geçirmiş, en büyük zevkleri her gün karşılaştıkları diğer şairleri eleştirmek, küsmek, barışmak olmuş Osmanlı aydınları! Aydın mı aydın…

Bahsettiğim eleştiriler kitapta ince ince anlatılırken yazıldığı dönem için de yine aydınlara atıf yapılmış. Kitap bir halk ayaklanması ve milli şuurdan ziyade bize düzgün ve ahlaklı bir aydının nasıl olması gerektiğini anlatıyor. Galiba bu savaşın yanında halkı gaza getirmekten başka bir akış açısı sağlayan ender kitaplardan olmuş.

Kurtuluş savaşımızın üzerinden artık 100 yılı aşkın süre geçti. Kemal Tahir ise bu eseri 70 yıl evvel yazmış. Ne yazık ki topluma büyük ölçüde yön göstermesi gereken aydınlarımız da pek bir değişim yaşanmıyor. Artık toplumumuz o denli değişim yaşadı ki ahlaki olarak da büyük çöküntü içerisindeyiz.

Eskiden ister muhafazakar, ister komünist, ister solcu, ister milliyetçi vs. ne olursa olsun bir kişi usulsüzlüğe, haksızlığa veya hırsızlığa ses çıkarttığı zaman üstüne gidilirdi. “Senin çoluğun çocuğun yok mu sesini çıkartma” diye uyarılan bu ahlaklı kişiler yine duramaz yapılan haksızlığa sesini çıkartınca ellerinde valizler en ücra köylere sürgün edilirlerdi. Gidenlerin arkasından “Biz ona söyledik ama bizi dinlemedi” denir fakat sürgün edilenin veya işinden atılanın arkasından içten bir övgü ile bahsedilirdi. Onlar gibi yapamayıp korkakça boyun eğen, bencil ve ikiyüzlü davranışa karşı içten utanılır ve giden övülürdü.

Şimdiler de yine benzer durumlara şahit oluyoruz. Yine her kesimden sesini çıkartanlara tehditler ve sürgünler veriliyor. Yine bu kişiler uyarılıyor. Fakat artık gidenlerin ardında kalan bencil, ikiyüzlü ve korkan insanlar koltuklarında iğrenç bir şekilde sırıtıp bu davranışı sergileyenleri aşağılar duruma geçmiş sanki. Artık onurlu davranışın ve doğruyu söylemenin toplum gözünde bir değeri kalmamış gibi. Mevki ve makam hırsı, kazanılan para, arabası veya evi daha doğrusu parayı nasıl kazandığı değil parasının veya mevkisinin olup olmadığına bakılır olmuş.

O sürgüne giden veya işinden haksızca atılan insanlar umursanmıyor. Günü kurtaran beş para etmez üç kağıtçılar ise kaptıkları müdürlüklerle, başkanlıklarla bize caka satıyor.

Kemal Tahir benim geç tanıştığım yazarlardan oldu. Okuması sıkmayan kitabını tavsiye ediyor ve hoşça kalın diyorum.

Hasan Ali Yücel Ve Türk Aydınlanması – A.M.Celal Şengör

Köy enstitüleri ile ilgili bir iki kitap okuyunca kütüphanemdeki bu kitabı da aradan çıkartmak istedim. Kitap iki kısımdan oluşup birbirine benzer yazıları içerdiğinden pek verimli değil. İlk kısım ise oldukça  güzel anlatımıyla bize Hasan Ali Yücel ve düşünce felsefesini anlatmaya çalışıyor.

Hasan Ali Yücel’in fikirlerini temel aldığı kişi aslen Mustafa Kemal’dir. Onun da ilim ve fen uğraşısı ile eğitimde devrim fikirlerine ciddi anlamda yön verecek olan tek kişi Hasan Ali Yücel’dir. Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarına baktığı 7 yılı aşkın süre boyunca yaptıkları, ondan sonra gelenlerin 70 yılda yaptıklarından fazladır. Sadece dönemi boyunca 500 edebi eserin çevirisinin yapıldığını söylersek katkısının ne boyutta olduğu anlaşılacaktır.

Günümüzde bir kesimin hala iftiralar ile komünist yuvası dediği hatta fahişelerin yaşadığını söylediği bilim merkezlerinde yapılanlara hayret ile bakmaktayız. Fakat kitap bunlardan ziyade Hasan Ali Yücel’in kişiliğine ve hayata bakış perspektifine odaklanmış.

Mevlevi bir felsefecinin hayatını şüpheye dayalı pozitif bilimlere yönlendirmesi ve bunu etrafındakileri dahil ederek yapması takdir edilesi bir başarı. Hasan Ali Yücel’in bakışı iki temel taşa oturtulmuş; Birincisi eleştiri, ikincisi ise özgür eleştiri ile sorgulanan tarih anlayışı. Kişi kendisine öğretileni değil kendisi bizzat konunun doğrusunu öğrenmeli, öğretilen şeyi ele alıp objektif veriler ile değerlendirdikten sonra bir kanıya varmalıdır.

Hukuk fakültesinde okurken bir hocası, kendisini eleştiren öğrencisini azarlayınca fakülteyi o an bırakıp felsefe bölümüne geçer. Zaten kurduğu köy enstitüleri modelindeki eğitim anlayışı da bunun üzerine dayanmaktadır. Öğrencinin kendisinin yaptığı, kendisinin öğrendiği ve her şeyi eleştirdiği/sorguladığı bir yapı.

hasanaliyucel-2_16_9_1539984644

Tarihi öğretimi kahramanlıklar ve zaferler üzerine kurmaktansa, ekonomik yapı ve haksızlığa karşı ayaklanan halk hareketleri üzerine kurmayı yeğlemiştir. Bu sebeple mezun öğrenciler yöneticisini yani öğretmenini daha okuldayken sorgulayarak iktidara biatı değil, eleştiri ve hesap sormayı öğrenmiştir.

Kitap bir çok kaynak vererek bunlardan bahsetmiş olup Hasan Ali Yücel ile ilgili ayrıntılı araştırma yapmak isteyen kişiler için güzel bir yol haritası çiziyor. Açıkçası ben bir kaç kitabı almayı düşünüyorum.

Yücel’in analizinde bu kaynak kitaplar haricinde kızı Canan Eronat Yücel ile görüşen Celal hoca ondan babasının ses kayıtlarını dahi dinlemiş. Canan hanım artık aramızda değil fakat yazdığı bir iki kitap ile babasının bakan iken ve sonrasında neler yaşadığını , nasıl yalnız bırakıldığını ve iftiralar atıldığını gözler önüne sermiş.

Ülkesine adanan ömründe bakanlığında sürekli komünistleri korumakla, sonradan da aslen komünist olmakla suçlanacak olan Hasan Ali Yücel CHP’den de dışlanacak ve kenara itilecektir.

En başta Mustafa Kemal’in 1931 yılında ülke genelinde yaptığı geziye de müfettiş olarak katılan Hasan Ali Yücel, önderimizi daha yakından tanıma fırsatını 33 yaşındayken bulmuştur. Gezi sırasında Mustafa Kemal’in de gözüne giren bu genç adama yönelttiği soruya Hasan Ali Yücel’in cevabı ile yazımızı sonlandıralım.

3 Mart 1931’e kadar devam eden bu üç aylık gezi esnasında Mustafa Kemal, bir gün, yanında bulunanlara “Türk milleti ne zaman kendini kurtulmuş sayabilir?” diye sorar. Yanındakiler doğal olarak görüşlerini bildirirler. Sonra Hasan Ali söz alır; “Paşam” der; “Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse o zaman kurtulmuş olur.”

Hala kurtulamadık Hasan Ali abim ama ümitliyiz ve seni seviyoruz.

Bay Pipo – Soner Yalçın

Eski bir kitap olan bay pipo ben üniversiteye başladığım zamanlarda çıkmıştı. O zamanlar siyasi kitapları okumadığım için pek ilgimi çekmemiş anlatılan, MİT’in içine girmiş olan bilmem nerenin ajanları hiç umurumda olmamıştı. İşte  o zamanlar bilim adamı olmak vatanıma milletime yararlı bir yurttaş, mühendis, asker, öğrenci, basketbolcu vs. olmak istediğim yıllardı. Varsa yoksa “Newton’un hayatı” veya “Kosmos Evrenin Gizemli Yıldızları” veyahutta “Dr.Ecco Bunu Nasıl Çözer?” tarzı bilim/zeka kitaplarına ilgim vardı.

Şimdi geri dönüp bakınca ne güzel yıllarımmış. Zaman sonra artık bu ülkenin niçin bu kadar şerefsiz ve yalancı insanlar tarafından dolu olduğunu merak etmeye başlayıp şöyle bir yakın tarihe ve sonra da uzak tarihe de bakmaya başladım.

Anladım ki bizim yakın siyasi tarihimiz çok partili dönem ile beraber (hadi tek partili dönemin son ucunu da ekleyelim) meğerse bildiğimiz satılmışmış. Çok ayrıntıya girmeden yazdığım Yakın Siyasi Tarih yazılarımdan siyasi, iktisadi ve kültürel hareketin iktidarda kalmak uğruna nasıl sağa sola satıldığını (evet ağır laf gibi de karşılıksız kredi ve paralardan bahsediyoruz) anlatmıştık. Herkese de okumasını tavsiye ediyorum.

Evet ne diyorduk. Açık artırmayla satılan ülkenin alıcısı da çok oluyor elbette. ABD’nin yüzü gülmüş, biraz İsrail’in hatta. İşte bu yakın siyasi tarihin MİT ayağını Bay Pipo isimli kitapta bulabiliyorsunuz.

Kitabın yazarı bir dönem “Darbe Yapacaklaaaağr” diyerek Fettullah Cemaat’i tarafından içeri atılan yazarlardan Soner Yalçın. Bazı ek notlar ile beraber yeni bir basımını Kırmızı Kedi yayınlarından temin edebilirsiniz. Ayrıca kitap içinde MİT mücadelelerinin merkezine öldürülen ajan Hiram Abas’ın konduğunu da söyleyelim. Aslında Hiram yan rolde dururken MİT ve ülke çekişmeleri anlatılmış.

Özetle Yakın Siyasi Tarih’i merak edenlerin biraz dönem iktidarları ve partileri hakkında bilgi aldıktan sonra (benim yazılar mesela) okuyabileceği tamamlamalı bir eser.

Bu ülkedeki siyasetçilerin “Hibe Para” diyerek ABD’nin İsrail’in daha doğrusu emperyalizmin köpekliğini yaparken aldıkları paralar, milletin ağzına hurma tıkıp krallar gibi yaşamları, dün kol kola her türlü hırsızlığı vicdansızlığı şerefsizliği ve hukuksuzluğu yaparken, ertesi gün sanki siz yapmışsınız gibi ortaya çıkmaları falan bildiğimiz şeyler aslında.

Ha bu arada kitapta muhtemel MİT ajanı olan bazı önemli kişiler ile ilgili bilgiler de bulacaksınız.

Bu topraklarda yakın siyasi tarihimizin mutlaka öğrenilmesi ve bilinmesi gerekmektedir. Kitabı bütün genç ve orta kuşak arkadaşlarımıza öneriyorum.

Hoşçakalın.

Osmanlı’da Bir Köle – Michael Heberer

Bretten’li Michael Heberer’in 1585-1588 yılları arasında tutsak olarak yaşadığı Osmanlı Devleti’nde yazdığı anıları ihtiva eden Osmanlı’da Bir Köle eserini bitirdim.

Ne yazık ki hala toplumumuzun büyük bir kısmı Osmanlı Devleti’nin orta çağ devletlerinden bir tanesi olduğunu ve dolayısıyla köleliğinde yaşam standartları arasında kabul edildiğini bilmiyor. Genel geçer tarih araştırmaları savaş ve çıkan önemli olayları anlatırken, bu tip kitaplar ise yaşanılan yılların toplum yapısını, giyimini, örfünü, geleneğini dile getirir. Elbette anlatıcının objektifliği ve bilgi seviyesi bize en doğru şekilde bu dönemi yansıtır. Yazar köle olarak yakalanmadan evvel soylu bir kişinin hizmetinde yaşayan ve dönem için (aslında şimdiki dönem için bile) oldukça bilgili/kültürlü bir adam.

İngilizce, Almanca ve Latince’yi çok iyi bilen Heberer zaten yolculuğuna Fransızca’sını biraz daha geliştirmek için çıkıyor. Buradan ise Malta’ya şovalyelerin yanına giderek dini adına savaşma isteğini dile getiriyor. Malta’ya ulaşmadan evvel çıktığı Marsilya limanında ise artık ayyuka çıkan Protestan-Katolik mezhep çatışmalarına şahit oluyor. Koyu bir katolik olan Heberer yine de Protestan’lara şehirde bulunduğu sırada yapılan katliamdan çok rahatsız olmuş.

“Bir çok dürüst, işinde gücünde ve namuslu yaşayan protestan sadece protestan oldukları gerekçesiyle evlerinden zorla çıkartıldı. Dövüldülüp tecavüz edilenlerin haricinde malları yağmalandı ve evleri yakıldı. Yüzlerce protestan boğazları kesilip limandan denize atıldı. Biz her ne kadar katolik olduğumuzdan güven de olsak ta vahşeti gözlemledik ve evden çıkamadık.”

Heberer bazı yerlerde uzunca bu çekişmeyi ve sebebini anlatırken müslüman topraklarında insanların çok daha rahat yaşadığını başkasının dinine mezhebine Avrupa’da ki kadar karışılmadığını zaten böyle olması gerektiğinden bahsediyor. Nereden nereye gelen Avrupa ve nereden nereye gelen müslüman coğrafya işte..

a373e5de-9a14-4639-afcd-3b6f130e902f.jpg

Heberer Malta’ya ulaşıp hemen yakın tarihlerde savaşırken araplara esir düşüp İskenderiye’de köle olarak alıkonuluyor. Zayıf ve kısa boylu olmasına rağmen kürekçi olarak çalıştırılan Heberer sürekli tanrıya dua ettiğini anlatırken bazı kölelerin sırf kurtulmak için din değiştirip müslüman olduğunu acı bir dille anlatmış. Anlatımlarında zaten sürekli “Tanrının iziyle gemiye bindik..” veyahutta “Tanrının izniyle bu günde karnımızı doyurduk rahmetini esirgemesin..” tarzı oldukça muhafazakar bir çizgi çizmekte.

Köleliğe dayanamayıp etrafta yaşananlardan dolayı ölen arkadaşlarına acırken dışarı çıktığında gerek ticarete gelen yabancılar olsun gerek dönme müslümanlarla olsun istibat kurup kurtulmak için çaba sarfediyor. Yine gezip gördüğü yerlerde paşaların yaptığı zulümleri yazdığını görüyoruz.

aa5919e9-5a78-4e95-9b82-ac5ebedefb92.jpg

Peki Heberer sürekli köle olduğu için Osmanlı Devleti’ni bilerek karalıyor mu? Anlatımına bakılırsa pek öyle değil gibi. Mesela yukarıdaki sayfada hükümdarın tahrip edilen kilise dolayısıyla Araplara kızdığı ve tamir ettirdiğini görmüş. Bu davranış Osmanlı Devleti içerisindeki dinsel özgürlüğün ve politik dengenin bir kanıtıdır.

f0faa47e-f983-4c0f-9bcf-11a6189ea70e.jpg

Yine bir diğer örnek ise yüksek rütbeli bir paşanın emrinde olan gemi reisinin daha hızlı kürek çekmedikleri için kölelerin kırbaçlanmasını istemesi üzerine verdiği tepkiyi cesurca yazmış. Bu da Osmanlı Devleti’nde köle olsalar bile onların insan olarak bir bakıma vicdanen korunduğunu bize anlatıyor.

Fakat elbette bu efsaneleştirilen “Osmanlı’da herkese eşit muamele” gibi bir şey değildir. Gavur gavurdur köle de köledir. Zaten Heberer girişimlerinden sonra 1585 yılında nihayet Fransız elçisinin yardımıyla kendi özgürlüğünü satın alır. Serbest kaldıktan sonra özgürce dolaştığı Konstantinopolis’i (İstanbul) gezer ve gördüklerini kısa da olsa kitabında anlatır.

022968d9-4677-4200-9d84-e0b468fe4ce3.jpg

Bunlar dışında kölelik zamanında ek bir şeyler yaparak (örneğin yün çorap) çarşıda satmalarına izin verildiğinden, bazı yerlerde ise (örneğin kasap manav) çalınan yiyecekler için sadaka diye hiç bir şikayette bulunulmadığından behsediyor. Hatta Heberer bir yerden öküz çaldıklarını ve yediklerinden bahsetmiş. Öküzün sahipleri bunları suçüstü yakalamışlar. Bakmışlar ki öküzü çalanlar köle basmışlar kahkayı ve gülerek uzaklaşmışlar. Muhtemelen hayır için gitmiş diye düşünmüşlerdir.

414b1890-b151-483b-9abb-0b77197ea619.jpg

Kitabın sonlarında ise giyim kuşam ile ilgili kısada olsa bazı notlar bulunuyor. Yani gerçek anlamda 1585 yılını yaşayamasanız da toplum ve giyim tarzı hakkından tutunda yaşayış tepki vb. şeylere olaylar vasıtasıyla hakim oluyorsunuz.

Kitabı dönem toplum yapısını bilmek isteyenlere mutlaka tavsiye ediyorum. Çeviren ekibe ve yayınevine de yine teşekkürlerimi sunuyorum.

Hoşçakalın..

Nüktedan – Süleyman Bulut

Bir kaç kitap alırken gözüme ilişti bu kitap. Osmanlı son döneminde ve cumhuriyetimizin ilk yıllarında yaşamış olan üç büyük edebiyatçının (elbette nüktedan) anılarını içeriyor. Daha doğrusu dönemde yaptıkları hatırlanan nükteleri.

Bir kahvede, Yahya Kemal heyecanlı heyecanı konuşarak, Mehmet Akif Ersoy’a bir şeyler anlatmaktadır…

O sırada kahveye ortak bir tanıdıkları girer. Uluorta konuşmasıyla pek sevilmeyen bu adam, Yahya Kemal’e bakarak, “Yine ne yalanlar atıyorsun üstat?” diye lafa dalınca, Yahya Kemal hemen şu cevabı verir; “Seni övüyordum.”

Birinci nüktedan Yahya Kemal Beyatlı. İri vücudu ve bitmeyen iştahı ile sohbetlerin değişmez aktörlerinden olan şairimizin en kötü özelliği yaşamında hiç kitap çıkartmaması. Hatta geçtik şiirlerini bile oldukça az üretmesi. Bu sebeple sürekli bunların üzerinde eleştiriliyor. O da beklemiyor yapıştırıyor nüktelerini.

İkinci nüktedan Yahya Kemal’den 20 yaş daha genç olan Ahmet Rasim. Osmanlı devletinin artık ekonomik olarak çöküş yıllarını ve II.Abdülhamid’in istibdat devrinin baş yazarlarından. Derin bir tarih ve espri yeteneği var. Yazıları sürekli sansürlenen Ahmet Rasim artık yaşlanıp elden ayaktan düşünce büyük geçim sıkıntıları çekiyor. İşsizken Ankara’ya gelip boş boş dolaşırken tanınmış gazetecilerden İsmail Müştak Ahmet Rasim’i tanıyor. “Efendim merhaba nasılsınız?” diyor. Ahmet Rasim gülümseyip “Fırınlarda ekmeklerin dört köşe değil, yuvarlak yapılması yüzünden buraya kadar geldim işte” diyor. İsmail Müştak şaşırıp kalır anlayamaz. Ahmet Rasim devam eder: “Bir okka ekmek alayım dedim.. Elimden düşüp yuvarlanmaya başladı. Ekmek önde, ben peşinde buraya kadar koştuk.. Şaşkın şaşkın şimdi o ekmeği arıyorum”. İsmail Müştak bu konuşmayı akşam Atatürk’e anlatınca, Atatürk “Sen ne yaptın İsmail Müştak?” der. “Yarım asır Türk irfanına hizmet etmiş bir zat, yoksul düşmüş. Ankara’ya ekmek aramaya geldiğini söylemiş; sen hangi otelde kaldığını bile sormamışsın. Hemen bulunup soframıza davet edilsin!” demiş. Bulunup getirilen Ahmet Rasim’e Mustafa Kemal Atatürk İstanbul mebusluğunu kabul etmesini rica eder. Allah’tan o zamanlar devletin başında Mustafa Kemal varmışta sahip çıkan olmuş.

Buluşma saatlerine muntazam uyan Süleyman Nazif ile Abdülhak Hamit Tarhan, bu sözünde durmamasıyla ünlü bir başka arkadaşlarıyla buluşmak üzere yola çıkarlar. Geç kalmamak için acele ederlerken Süleyman Nazif “Boşuna acele ediyoruz Hamit” der. “Bu herif zamanında gelmez. İstersen bir yerde oturup dinlenelim.” Hamit karşı çıkar ve yola devam ederler. Buluşma yerine zamanında ulaştıklarında ise bir bakarlar ki arkadaşları gelmiş, onları bekliyor!

Hamit dönüp Süleyman Nazif’e bakınca Nazif şöyle der “Şu insanoğluna hiç güven olmuyor Hamit; adam gelirim diye söz veriyor ve geliyor!”

Üçüncü nüktedan ise Ahmet Rasim dönemi edebiyatçılarından ve diğer ikisinden daha kaliteli espriler üreten Süleyman Nazif. Oda II.Abdülhamid döneminde sansürlere ve bir çok sürgüne maruz kalıyor. Açıkçası içlerinde en çok tanışmak istediğim adam Süleyman Nazif oldu. Bir yanda işgal altındaki İstanbul yıllarına şahit olan bu insanları sanırım belkide daha iyi tanımalı, okumalı ve anlatmalıyız.

Süleyman Nazif Bağdat’ta vali olarak görev yaptığı sırada ordu komutanlığından telgraf alır. 24 saat içinde yüz bin okka şeker, on bin okka çay sağlanarak gönderilmesi istenmektedir.

Bu olanaksız istek karşısında Süleyman Nazif sinirlenir ve karşı bir telgraf çeker;

“Kanımca Çin imparatoruna gönderilmesi gereken telgrafınız, yanlışlıkla vilayetimize gelmiştir.”

Geçmişe yolculuk ederek bu kişileri azda olsa tanımak ve bu yolculuğu hafif tebessüm ile takip etmek isteyenlere kitabı tavsiye ediyorum. Ya Süleyman Nazif çok iyi.

Nazif Bursa da çalıştığı dönemde Bursa valisinin aynı zamanda padişahın hafiyelerinden olduğunu bilen Süleyman Nazif, bir gün baş başa konuşurken ileri geri söylenmeye başlar: “Sadrazam anlayışsızın biri… Filanca na­zır cahil… Falanca paşa korkak adamın biri…”

Bu sözleri duyan valinin gözleri, yazaca­ğı jurnalin heyecanıyla parlamaya başlar. Sevinçten ellerini birbirine sürterek: “Evet Nazif Bey çok doğru söylediniz, çok isabet ettiniz,” diye Nazif’i konuş­turmaya çalışır.

Valinin niye bu kadar heyacanlandığını iyi bilen Nazif, aynı hızla eleştirilerini sürdürür: “Şu paşanın sözüne güvenilmez, şu vezir ne söylediğini bilmez bunağın biri…”

Nazi birden durup derin bir solu aldıktan sonra ise; “Siz padişah efendimizin şu büyüklüğü­ne, şu kudretine bakın ki bu güçlükler ve imkânsızlıklar içinde, koskoca memleketi ne kadar güzel yönetiyor” diyerek sözünü tamamlayınca, güzel bir jurnal yazma fır­satını elden kaçırdığına üzülen vali, önce: “Yazık, çok yazık Nazif Bey,” der, sonra kendini toparlayıp sözünü şöyle tamam­lar:

“Sonunu çok iyi getirdiniz ama!”

Hadi bir tane daha koyalım. Merak eden kitaptan devam etsin.

Aktör Fehim Efendi’nin 50. sanat yılı nedeniyle bir tiyatro gösterisi hazırlanır. Gösterinin sunuculuğunu İsmail Müştak Bey yapacaktır. Aksilik o gece gelemez. Görevi İbrahim Necmi Bey üstlenir.

Sahneye çıkan Necmi Bey açıklamada bulunmak için sözlerine; “Müştak Bey bu gece niçin gelmedi biliyor musunuz?” diye başlayınca, salondan Süleyman Nazif gür sesiyle bağırır; “Ben biliyorum; gelirim diye söz verdiği için gelememiştir!”

Hoşçakalın.

Düşünce Tarihi – Orhan Hançerlioğlu

Felsefe ve düşünce alanında yazılar yazan Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Tarihi isimli eserini biraz zorlanarak bitirdim.

Malum felsefe ve deyimlerinin anlaşılması kolay olmamakla beraber roman gibi okuyamıyor ve okuduğunuzu değerlendirerek ilerlemeniz icap ediyor. Bu sebeple okuduğum bazı yerleri geriye dönüp tekrar okuma durumunda kaldım.

Hançerlioğlu, düşüncenin oluşumunu evrimsel olarak ilk defa insanın ayağa kalkması ve belli bazı soruları kendisine sormasıyla kitabını başlatıyor. İlk insanlar yaşadıkları çevre hakkında bir çok bilinmezle hayatta kalmaya çalışırken tapınacak mitler geliştirdiğinden bahsediyor.

Kontrol edemediği doğa olaylarına tapınma ilk adım olmak ile beraber zaman sonra beraber yaşanmasıyla yaratılan mitler değişim gösteriyor ve görünmez tanrılar yaratılıyor. Doğa canlıları, insan ve yaratılan tanrılara adanan efsanelerden beslenen ilk dinlerden sonra çok tanrıcılık Mısır ve özellikle Asya topraklarında başlıyor.

Peşi sıra Antik Yunan Felsefesi anlatılırken yine mitolojik efsanelerden ve beslendiği tarihi kökenlerden bahsedilmiş. Düşünürler zaman sonra, ölümden sonra gidecekleri yerin (daha doğrusu ölümsüzlüğün) arayışına geçişleri, Dünya’daki konumları, Tanrı/Tanrıların mücadelesi/amacı/sebebi vs. bir çok konuyu ele alıyorlar.

Daha sonra tek tanrılı ve sonradan ek peygamberli/kitaplı dinlerin ortaya çıkması ile beraber düşünce felsefesinin Orta Doğu topraklarına geçişine şahit oluyoruz. Helen uygarlığından sonra Müslümanlık ile büyük sıçramasını yapan düşünce dünyasından bayrağı 1300’lerde Avrupa geri alıyor.

Orta çağın bitişi, insanların erdem/ahlak ve insanın doğadaki yeri ile ilgili düşüncelerini değiştirmeye başlıyor. Sayısız düşünürün yazdığı sayısız eserlerden seçmeler ile anlatımına devam eden kitap sadece düşünce-din ekseninde kalmamış. Ek olarak yine bazı düşünürlerin zaman ile toplumsal bakış açılarının geliştiğini ve kişi mutluluğunun toplum mutluluğu ile sağlanabileceğine doğru aldıkları yolu da anlatmış. Yani ekonomik gücün yükselmesi daha doğrusu iktisadi devlet yapılarının da yine bu düşünürler yardımı ile ele alınması diyelim. Devletçi bir iktisadi anlayıştan daha kapitalist anlayışa geçiş ve sonra tekrar neo liberal sistemlerin uygulanması vs. kitapta yer bulmuş.

Son olarak modern kapitalist düzenin psikoloji ve insan yaşamı ile ilgili kuramlarından bahsedilerek kapanan kitabımızın oldukça doyurucu olduğunu söyleyebilirim.

Yazar karakter olarak Toplumcu-Materyalist çizgide değerlendirdiği anlatımını ara ara kendi yorumu ve bakış açılarıyla süslemekte. Tarihi düşünce sistemini de “Yaratılan Din ve ezilen köle/işçi/köylülerin yönetilme araçları” olarak söylemek yanlış olmayacaktır. Kendisine bir çok noktada katılırken bazı eleştirilerinin aşırı olduğunu belirtmek zorundayım.

Sonuç olarak Felsefe alanında genel geçer bilgi sahibi olmak isteyen ve tarihi süzgeçte dinlerin toplum yönetimi açısından kullanılmasından tutun, yaratılmak istenen devlet/ekonomik sisteme kadar bir çok konu hakkında fikirler veren enfes bir kitap diyebilirim. Herkesin okumasını şiddetle tavsiye ediyorum.

Hoşçakalın.

Yaşlı Adam Ve Deniz – Ernest Hemingway

Ünlü yazar Ernest Hemingway’in eseri olan Yaşlı Adam Ve Deniz kitabını yakın bir süre evvel bitirdim. Belki izleyenler de olmuştur. Kitabın aynı isimle 1958 yılında çekilen birde filmi bulunmaktadır. Filmini ben küçükken izlemiştim ve oldukça da üzülmüştüm yaşlı adama.

Küba’da yaşlı bir balıkçı olan Santiago’nun bir türlü balık tutamamasıyla başlar olaylar. Gittiği seferlerden uzun süre eli boş dönen yaşlı balıkçıya sadece yanında çırak olarak yetişen küçük bir çocuk yardım etmeye çalışmaktadır. Lakin uzun süre balık tutamadığı için ailesi çocuğu da yanından alıp başka bir tekneye verirler.

Yaşlı Santiago artık sabrını tükettiği için kıyıdan oldukça uzağa açılarak şansını denemeye karar verir. Attığı zokayı yutan büyük bir kılıç balığı ile istediğine de kavuşur kavuşmasına da olaylar beklediği gibi gitmez. Gerçekten büyük ve inatçı bir balık olan Kılıç balığı ile mücadeleye girişirken yalnızdır. Neredeyse yarım asırdan fazla yaptığı işte kazandığı tecrübe ve bilgisi ile balığın kuvveti ve dayanıklılığı çatışmaya girecektir. Kıyıdan derin sulara balık ile beraber sürüklenerek giderken ölümü bile göze almış olan Santiago bu savaşı kazanabilecek mi bakalım?

Özellikle genç okuyuculara tavsiye edebileceğim başarılı ve yazarın ününe ün katan bu eseri mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.

Hoşçakalın.

Semaver – Sait Faik Abasıyanık

Sait Faik abimizin ilk öykü kitabı olan Semaver’i araştırma kitaplarının arasından çıkarttım. Malum hikaye kitapları parça parça ve hızlı okunabilen eserler olduğundan oldukça rahatlatıcı okunuyor.

Yazar ilk kitabını ancak babasının yardımıyla çıkartabilmiş. Gerçi bu dönemler için normal diyebileceğimiz durumlar. Semaver içerisinde her yazarın belki de ilk eserlerinde görülebilen vasat hikayeler bulunuyor. Elbette ben hikaye uzmanı değilim fakat Sait Faik’in bir önceki eseri olan Lüzumsuz Adam doyuruculuğunda bir kitap değil. Bu kitabı kötü yapmıyor. Bilakis yazarın gelişimini görmek oldukça güzel bir şey. Keza kitap içerisindeki bazı hikayeler (Semaver başta) çok kaliteli düzeyde.

Yaşadığım şehir olan Sapanca’da göl kenarın kitabı okurken, “Sapanca Gölü kenarından geçmekte olan tren yolcuları” hikayesine rastlamak benim için ayrı bir keyif oldu.

Ayrıca arkadaşım olan bir ufaklığın en yakın dostu olan (Fotoğrafta fark etmişsinizdir) Bumbum da kitabı oldukça beğendi.

Havalar güzelleşirken söyleyin çayınızı, açın kitabınızı bakın keyfinize arkadaşlar.

Hoşçakalın.

Padişahın Huzurunda – Adam Werner

Kitabın yazarı Crailsheim’li Adam Werner Osmanlı topraklarında görev yapan (1616-1618) Avusturya elçisinin katibi olarak karşımıza çıkıyor. Uzun süren bir barış döneminin uzatılması için görüşmeye gelen elçi ile, yolda başlarına gelen ve başkent Konstantiniyye’de gördüklerini oldukça açık ve anlaşılır bir dil ile kalem almış. Kitapta hem şehir yaşamı hem de halkı anlatma bakımından yapılan gözlemlerden ilginç olanları nakledeceğim;

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.05 (3).jpeg

Şehre elçilik heyeti ile gürültülü bir şekilde girilmesi başkent halkını şoke etmiş. Böyle bir girişin mümkün olmayacağını düşünemeyen Osmanlı Çavuşbaşı’nın görevden atılması istenmişse de ricalar ile engellenmiş. Werner girişteki bu fiyakadan dolayı oldukça mutlu olduklarından bahsediyor.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.05 (1).jpeg

Bunun dışında şehirde bahsedilen Türk kelimesinin anlamını yine buraya koymak istedim. Osmanlı Devleti kendi vatandaşına “Türk” demezdi (Bloğumu takip edenler bilecektir. Merak edenler Fatih Devrin‘e şöyle bir gidip baksın). Devlette yaşayanlar kendilerini “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye vatandaşı” olarak görürlerdi. Bu devlet yapısı din veya millet ekseninden ziyade karışık ulus ve dinlerin bütünlüğünden oluşmuştur. Ne yazık ki günümüzde siyasi propagandalar dolayısıyla bunlar bilinmemektedir. Şehirlerde bu sebeple mahalle terziniz Rum bir Ortodoks, satıcısı Karaman’lı bir Müslüman ve elbiseyi kervan ile getiren Yahudi bir tüccar olması son derece sıradan bir olaydır. Şehirde dini olarak sürekli baskı uygulamak gibi bir durum olamayacağı gibi kurulan devlet yapısında zaten istenmeyen bir durumdu. Neyse efendim bunun dışında Müslüman halk kendisine “Türk” demezdi dedik. Çünkü “Türk” dediğimiz kişiler yine Osmanlı Hanedanı’nın planları doğrultusunda dağlarda çobanlığa itilmiş, devlet kadrolarına alınmamış ve sürekli vergi/askere alma baskısıyla ezilmişlerdir. Werner dikkat ederseniz “Bu halkta bir zamanlar böyle bir yaşam sürmekteymiş” deyip “Türk’lerin aşağılanmadığını” söylese de zaman sonra bozulacak olan devlet yapısında artık iyice şehir hayatından dışlanan Türk’ler (günümüzün Yörükleridir bazı Türkmenlerdir) hor görülecek aşağılanacaktır. Ne yazık ki Osmanlı Devleti hanedanı ve halkı ile temeline yaslandığımız Türk kelimesinden zerre hazetmeyeceklerdir. Ne zamana kadar? Tekrar yeni milli bir devlet kurmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar. Bunları da öğrenmeniz iyi oldu devam edelim.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.04 (3).jpeg

Yıllarca savaşan ve isyanlar ile mücadele eden Osmanlı Devleti’nde İranlı’lara “Kızılbaş” dendiğini biliyoruz. Bu Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail ile yaptığı savaştan sonra artarak devam etmiştir (Merak edenler Yavuz Sultan Selim dönemini okuyabilir). Hatta ünlüdür Yavuz Selim’in Şah İsmail ile olan yazışmaları kitap halinde de basılmıştır. Şah İsmail’e karşı ne diyor Yavuz? ” ….Ben Sultan Beyazıd oğlu Sultan Selim, sen ki ey eşek Türk…”.

Bunlar dışında toplumumuzdaki Arap seviciliği ve aslen Osmanlı’da yaşayanlardan daha Türk olan İran dolayları (Kuzeyi) ve Azerbaycan sürekli aşağılanır ve “Kızılbaş” diye alay edilir. Günümüzde de İran düşmanlığının, Alevi’yi aşağılama manasında “Kızılbaş” demenin ve Türk’lüğün benimsenmek istenmemesinin sebebi bu tarihsel gelişimdir.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.05 (2).jpeg

Bir çok eserde defalarca tekrar ettiği, dönem şahitlerinin de defalarca belirttiği gibi aslında Siyah ve Koyu Renkli elbiseler giyenler Hristiyan veya Yahudi halkıdır. Müslüman olanlar renkli elbiseler giyer ve farklı şapkalar takarlardı.

Elbette yine günümüzde toplumumuza yerleştirilen Arap seviciliği sebebi ile gidip Hristiyan/Yahudi elbiseleri sanki Müslüman cemaatine aitmiş gibi monte edildi. Yani Türk gibi giyinmede nasıl giyinirsen giyin. Uzatmayayım görüyorsunuz zaten durumu.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.04 (2).jpeg

Bazı arkadaşlarımız dahil hala koskoca hocalar falan ekranlarda kölelik olmadığını dile getirmektedir. Bir çok yerde yine defalarca belirtildiği gibi büyük şehirlerde elbetteki köle pazarları vardır. Bu pazarlardaki köleler Cumhuriyet kurulması sırasında bile bulunmaktaydı. Bu kölelerin fiyatları, alanın ödeyeceği vergilerden tutun nasıl davranılması gerektiği kanunlarla belirtilmiştir. Yukarıda pazarın nasıl olduğunu gözünüzde canlandırabilirsiniz.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.04 (4).jpeg

Şans eseri (daha doğrusu tarihin denk gelmesi) yapımı biten Sultan Ahmed camisinin açılışına da katılmışlar. 8 Haziran 1616 yılında açılan Sultan Ahmed cami günümüzde hala önemli bir tarihi miras olarak durmaktadır. Açıkçası Sultan Ahmed’in yerleştirdiği son taşı çok merak ettim. İşaretlenmiş olabilir.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.04.jpeg

Son olarak bizim milletin kaderciliğine atıf yapılmış. Geri dönüş yolunda konakladıkları kalenin paşası bahsi geçen olay neticesinde ölüyor. İşte görüldüğü gibi açık bırakılan çukura düşmüş. Halk “Çukur niçin açık bırakılmış, eğer açık bırakılmasaydı paşa ölmezdi” diyeceğine “Demek her şeye kadir olan ulu Tanrı, Paşanın burada ölmesini uygun görmüş” diyor. Bu olayı yine şaşırarak aktaran Werner’e 400 yıl sonra sesleniyorum;

“Doğu cephesinde değişen bir şey yok…”

Hoşçakalın..