Bir önceki yazıya buradan
Bu nokta Viyana’nın merkezi arkadaşlar. Saraya yüzünüzü dönerseniz yani giriş kemerlerine, solunuzda parlamento binasını sağınızda Sarayın bir kısmını ve bir çok heykeli hemen ilerinizde kafeler ile beraber büyük bir katedrali, arkanızda ise Doğa Tarihi ve Sanat Tarihi Müzelerini göreceksiniz. Hep soruluyor kaç günde gezerim? Arkadaşlar her bir müzeye bir gün ayıracaksınız ve bunda ciddiyim. Yavaş yavaş yürüseniz 7 saatte çıkarsınız ki bizde o civarda çıktık. Neyse devam edelim konuyu dağıtmayalım.
Tam merkezde heykellerin güzelliğini görüyoruz. Hanedanlığın Sarayı pek küçükmüş (eskisi). Ek binalar ile yapılan yeni sarayın bitimine ise para yetmemiş. 1650’li yıllarda yapımın bir kısmı tamamlanabilmiş. Burası ünlü Sisi’nin de geldiği kemerin önü. Avusturya turizm ayağına bu Sisi olayını hep anlatıyor. İşte kısaca konu şu arkadaşlar; Kral Franz Joseph evlenmek için yemeğe gidiyor. Orada evleneceği kızın kardeşinden etkileniyor. Niye etkileniyor? Çünkü Sisi pek kurallara uymayan, ata binen, kalabalıkta birden kahkaha patlatan bir kız. Dikkatini çekince olaylar gelişiyor. Lakin Sisi hiç istemiyor evlenmeyi ve sürekli olay çıkartıyor. Yemekleri terk ediyor, adabı bozuyor falan. Bunlara da son derece dikkat eden bir hanedanlıktan bahsediyoruz. Çünkü onurları var ahhh neler neler yaptın Sisi hanedana. Sonunda Sisi dayanamayıp bir gün gizlice kaçıyor ve yolda dilenciye para vereyim derken öldürülüyor diyurlar. İşte pis fakirlerden beklenecek davranış. Tabi yas tutuluyor ve hanedanlığın morali bozuluyor falan filan. Bunalıma giren kralda sade bir yaşantıda dert tasa içinde ölüyor.
1912’de biten gördüğünüz yapının aynısı karşı tarafına yapılmak isteniyor ama imparatorluk iflas edince yapılamıyor zaten Dünya Savaşı kapıya gelecek. Bu sebeple böyle kalmış bulunuyor. Karşı tarafta Parlamento binası tadilatta olduğu için yerine bütün malzemeleri geri dönüştürülebilir şekilde üretilmiş çadır gibi bir şey yapılmış. Onun ile idare ediyorlar. Arkasında Viyana Belediye binası da gözüküyor. Bahsettiğimiz bu nokta Kahramanlar Meydanı olarak bilinen yer. İki büyük heykeli de görebilirsiniz. o şaha kalkmış atın altında da Osmanlı Sancakları bulunuyor. Savaşta yapıştırdık heykelini dikelim demişler.
Bir diğer konu da bahsetmedik II.Viyana kuşatması başarısız olunca dağılan Osmanlı Ordusundan geriye kalan malzemeleri talan ederken çuval çuval kahve buluyorlar. İlk bunu kahve yemi sanırken sonradan bunun kahve olduğunu öğrenip kullanımına başlıyorlar. Elbette bu hikaye doğru değil. Venedikli tüccarlar bundan yarım asır evvel yani 1600’lerin başında Osmanlı ve diğer coğrafyalarda gördüğü koyu içeceği getirmişlerdir. Yakın bir süre sonra Fransa dolaylarında kahve tüketilmeye başlanıyordu.
Efsanelerin sonunu getirdikten sonra kemerden geçip Dünyanın en eski katedrallerinden Aziz Stephan Katedrali’ne ulaşıyoruz. Katedral içinde kullanılan çan ile ilgili de bir anımız var. II.Viyana kuşatması başarısız olup Osmanlı Askerleri topuk yaparken geride kahve çekirdeği değil de diğer eşyalarını, silahlarını veya toplarını bırakmışlardı. Bu metaller ergitilip dökülerek oldukça büyük bir çan üretildi. Adına Pummer’in Çanı denilen çan bin bir zorluklar ile tepeye çıkartılmış. Çan 3 metreden büyük çapta ve 22,5 ton ağırlığında olduğundan zar zor çıkartılmış tabi. Yıllarca kullanılan çanın yarattığı titreşimlerin kuleye zarar verdiği ise sonradan anlaşılınca artık çalınması durdurulmuş. Çan bir yangında düşmüş ama tekrar onarıp kaldırmışlar. Katedral içine giriş ve dolaşım serbest olmakla beraber kuleye çıkış ve ilerideki yerlerin görülebilmesi için bilet alınması gerekiyor. Çan kulesine çıkmak isterdim ama zamanımız olmadığı için içini şöyle bir dolaşıp çıkmak zorunda kaldık.
Öğleden sonra ise mutlaka girmek istediğimiz Doğa Tarihi Müzesine giriş yaptık. Bilet 10 yuro olmakla beraber fiyatı performansa göre oldukça normal. Müze Sanat Tarihi Müzesi ile karşılıklı ve belirttiğim gibi sadece yürüyerek gezmesi bile 6-7 saat sürüyor. İçeride verilen broşürde belirttiği gibi 40 bölüm var ve bölümler 4-5 odadan oluşuyor. Dünyanın oluşumu ve jeoloji ile ilgilenen ilk bölümlerden sonra oluşmaya başlayan canlı türlerinin fosillerini gözlemliyoruz. Gençken palaentolog olma isteğim buralarda yeniden depreşiyor tabi. Bir çok animasyonlar ve gözlemlerden sonra insan türlerinin iskeletleri gözümüzün önüne geliyor. Canlılar ile beraber evrim geçiren insanoğlunun diğer türdeşlerinin kemiklerini gözlerimizle gördük nihayet. Baya ilerleyip artık ne olacak falan derken bir o kadar da hayvan türlerinin incelenmesine geçtik. Bildiğiniz bütün hayvan türlerinden ırklarına kadar içi doldurulmuş hayvanlar camlar arkasında bize bakmaktaydı.
Öğrenciler için mutlaka görülmesi gereken ve ilgi alanı olanları heyecanlandıracak bu müze beni benden aldı. En çok deniz filinin ve amerikan kara ayısının boyutları beni çok şaşırttı. Gezerken bir profesör öğrencilerini getirmiş ders anlatıyordu. Almanca konuştuğu için bir şey anlamadım ama anlarmış gibi dinleyip “hmmmm hmmm” diye de kafamı salladım. Fark edilmeden öbür odaya geçtim. Eğer Viyana’ya gelirseniz mutlaka buraya uğrayın ve hocalı bir öğrenci gurubu yakalarsanız “hmm hmmm” diye dinleyin. Dediğim gibi buranın gezilmesi için 1 gün ayırmalısınız. Hemen karşı taraftaki Sanat Tarihi Müzesine ise haliyle gidemedik. Fakat Viyana görüldüğü kadarıyla en az 7 gün ayırabileceğiniz eşsiz bir şehir.
Müzeden akşama doğru çıktıktan sonra gezerek giderken bilgisayar ve konsol için yapılan oyun fuarına denk geldik. Genelde gençlerden oluşan fuara bizde katılıp yeni çıkan bazı oyunları inceledik. Fazla durmadan yemek için ünlü Figl Müller restoranını arıyorken kendimizi miting alanında bulduk. Baktık yok “İslama hayır” yok “yabancıları defolsun gitsin” tarzı pankartlar. Meğer aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi toplanmış. “Avrupa’ya geldik dayağını yemeden gidelim” diye düşünüp hızla olay yerinden uzaklaştık. Yani işte Avrupa’nın çirkin yüzü arkadaşlar. İnsan Avrupa’da yaşayıp muhafazakar sağa, ırkçılığı, din ayrımcılığını ve mezhepçiliği körükleyen bu partilere nasıl oy veriyorlar anlamıyorum. Bizim ülkemiz böyle mi soruyorum size? Bizim ülkemiz her daim sosyal demokrasinin zaferiyle sonuçlanan, bir gram ırkçılık, din ayrımcılığı ve mezhepçilik olmayan bir yerdir.
“Muhafazakar Türk; Avrupa’da Sol Partiye oy atıp temel hak ve özgürlükleri talep eden, Türkiye’de ise Sağ Partiye oy atıp kendi ırk, din ve mezhebinin üstün olmasını isteyen kişidir!”
Özlü söz yerinde oldu mu? Bence oldu hemde tam oturdu konumuza. Efendim siyasetten uzak duralım sonra şey oluyor. Geldik Figl Müller’in önüne. Adamlar 100 yılı aşkın süredir şnitzel yapıyorlar. Ama bir kalabalık var kardeşim anlayamadım. Elimizde poşetler, yorgunuz bitiğiz açız. Dışarıda millet kız arkadaşını almış, eşini dostunu almış güzel giyinmişler. Biz salla paça geziyoruz. Avusturyalılar bizi yadırgıyor sanki. Çekemiyorsunuz biliyoruz. Neyse girdik sıraya 20 dakika sonra oldukça kıl olan garson bizi içeriye davet etti. Gel demeden giremiyorsunuz. Otur veya kalk hep emirle anasını satayım. Bizde yemek yanında bira söyleyip tadına baktık. Vay arkadaş gerçekten çok iyilermiş. Kişi başı verdiğimiz 17 yuro normal karşılanabilir. Mutlaka yemeğini yiyin derim.
Yemekten sonra artık bitik bir şekilde alışveriş yaptığımız eşyalarımız ile otelimize kendimizi zor attık. Aslında en önemli şehirde en güzel akşamında dışarı çıkmaya halimiz kalmamıştı. Sabah erken kalkıp dönüş yolculuğumuza başlamamız gerektiğinden yatıp uyuduk. En az gezebildiğim şehir Viyana oldu. Zaten buranın gezimi bir hafta deyip fazla da önemsemedim açıkçası. Doğa Tarihi Müzesinde gördüklerimi unutamayacağım. Dönüşümüzde Sofya’da konaklama planladık. Sofya’da ki akşam eğlencesi ve sabahında şehir gezisi ile gezimizi sonlandıracağız.
9.Gün Sofya
Sofya Bulgarista’nın başkenti ve en büyük şehri. Uzun yoldan geldiğimiz için akşam yemeğinden sonra otelden çıkmamaya karar verdik. Zaten otelimiz beş yıldızlı olduğundan kumarhanesi de bulunuyordu. Hazır gelmişiz kumarhane ortamını da görelim dedik. İşte ruletti pokerdi falan filan. 24 saat açık olmak ile beraber zevkine oynayan bazı arkadaşlarımızla vakit geçirip geç saatlerde odalara çekildik.
Ertesi sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı ettikten sonra Sofya’yı gezmek için yollara düştük. Elbette tarihini de anlatmadan olmaz. Sofya ve haliyle Bulgar halkı çok uzun zamandır büyük devletlerin boyunduruğu altında yaşamışlar. Doğu Roma İmparatorluğu ve peşinden gelen atalarımız Osmanlı İmparatorluğu bu toprakların tek hakimi olmuş. Ancak 1908 yılındaki Balkan Savaşları sonrası bağımsızlığını kazanabilmiş. 1000 yılı aşkın süren bağımsızlık özlemi nihayete kavuşurken nispeten küçük bir şehir olan Sofya’yı kalkındırmaya çalışmışlar. Artık Bulgarların 1/7’sinden fazlası bu şehirde yaşıyor.
Bildiğiniz gibi eğer kendi ırkımızdan olanlar kendilerine yapılan boyunduruğu kırıp özgürlük için mücadele edince tarih yazıyor ve kahramanlık gösteriyorken, başkaları bizim yaptığımız boyunduruğu kırıp özgürlük için mücadele edince hain oluyorlar. Yüzyıllarca beraber yaşadığımız bazı milletler ciddi anlamda ticarette avantajlı konumda yaşamıştır. Bu kesim devşirilen bazı yerel milletler ile Ermeniler, Rumlar ve büyük oranda Yahudilerdir. Bunların isyan sebebi bile özgürleşme ortamında kabul edilebilir olmalıdır. Kaldı ki Bulgarlar veya Yunanlılar hiç bir şekilde yukarıda yazdığımız milletler düzeyinde bir statüde değillerdir. Çoğu Anadolu Türk köylüsü gibi fakirlik, hastalık ve yağmalara karşı savunmasızdır.
Neyse devam edelim. İşte bu özgürlük mücadelesinin anısına 1912 yılında tamamlanan Alexander Nevski Katedrali yaptırılmıştır. Katedral oldukça güzel olup bize karşı savaşta ölenlere yaptırılması da manidar oldu açıkçası. Gelişimiz Pazar günü sabah ayinine denk geldiği için canlı bir şekilde ayini de izleme imkanı bulduk. Yalnız fotoğraf çektirilmemesi için oradan oraya hoplayarak makinelere el gösteren rahip biraderime gücendik. Gerçi ayini fotoğraf ışıklarıyla bölmekte saygısızlık olabilir kabul ediyorum. Ayin sonrası kilisi dışında bekleyen dilencilerin yanımıza sokulmasından Türkiye’ye yavaş yavaş yaklaştığımızı anlayıp moralimizi bozmamaya çalıştık.
Bu arada Sofya şehrinin oldukça eski bir şehir olduğunu söylememiz gerekiyor. Eski adı Serdica olan şehir geçmiş Roma mimarisinden bir çok yapıtı içinde barındırıyor. Daha doğrusu altında barındırıyor desek daha iyi olur. Bu denli eski şehirler olunca özellikle metro inşaatında bir çok tarihi kalıntı da ortaya çıkmış. Metro içerisinde bazı bölümleri hiç bozmadan bırakmışlar ve bildiğimiz açık hava müzesi haline getirmişler. Her yeri kazınca bir şeyler çıktığı için şehirde bir çok müze bulunuyor. Biz bu müzeleri ziyaret edemedik. Lakin açık şekilde bulunan Serdica şehir kalıntıları içerisinde dolaşıp eski Roma şehrinin kokusunu içimize çektik.
Rotonda Sveti Georgi Kilisesi Sofya’nın en eski yapısı olup fazlada büyük bir yapı değildir. Elbette 400’lü yıllarda yapıldığını söylemem sizin için tarihi değerini ortaya koyacaktır. Romalıların Hristiyan olduktan sonra çevreye yaptırdığı ilk kiliselerden bir tanesidir. Hemen yanında yine kazı sonrası ortaya çıkan Serdica çarşısı ve sokakları görülebilir.
Ülkemiz tarihi bakımdan bu şehirden aşağı kalmaz elbette. Fakat kazılarda (alt yapı çalışmaları yani) bulunanların akıbeti merak konusu. Arkeoloji ile ilgilenen arkadaşlar konu ile ilgili haberleri anımsayacaktır. Ne diyelim ne söyleyelim bilemiyorum.
Efendim Sofya parkı bahçesini gezip artık yurda dönme zamanı geldiğinden tekrar yollara düşüp evlerimize doğru yola çıktık. Gezdiğimiz gördüğümüz onca şeyi hem daha sonradan tekrar hatırlamak hem de buradan okumak isteyen veya oralara giden olursa bilip gitsin diye bu yazı dizisini hazırlamak istedim. Özellikle kültür ve şehir turlarında gezdiğiniz yerlerin tarihi önemi ve yerini bilirseniz daha doyurucu bir tatil yapacağınızı düşünüyorum.
Önümüzdeki dönemde başka şehirler ve belki yine aynı yerleri gezmeyi umarak hoşçakalın diyorum.