Padişahın Huzurunda – Adam Werner

Kitabın yazarı Crailsheim’li Adam Werner Osmanlı topraklarında görev yapan (1616-1618) Avusturya elçisinin katibi olarak karşımıza çıkıyor. Uzun süren bir barış döneminin uzatılması için görüşmeye gelen elçi ile, yolda başlarına gelen ve başkent Konstantiniyye’de gördüklerini oldukça açık ve anlaşılır bir dil ile kalem almış. Kitapta hem şehir yaşamı hem de halkı anlatma bakımından yapılan gözlemlerden ilginç olanları nakledeceğim;

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.05 (3).jpeg

Şehre elçilik heyeti ile gürültülü bir şekilde girilmesi başkent halkını şoke etmiş. Böyle bir girişin mümkün olmayacağını düşünemeyen Osmanlı Çavuşbaşı’nın görevden atılması istenmişse de ricalar ile engellenmiş. Werner girişteki bu fiyakadan dolayı oldukça mutlu olduklarından bahsediyor.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.05 (1).jpeg

Bunun dışında şehirde bahsedilen Türk kelimesinin anlamını yine buraya koymak istedim. Osmanlı Devleti kendi vatandaşına “Türk” demezdi (Bloğumu takip edenler bilecektir. Merak edenler Fatih Devrin‘e şöyle bir gidip baksın). Devlette yaşayanlar kendilerini “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye vatandaşı” olarak görürlerdi. Bu devlet yapısı din veya millet ekseninden ziyade karışık ulus ve dinlerin bütünlüğünden oluşmuştur. Ne yazık ki günümüzde siyasi propagandalar dolayısıyla bunlar bilinmemektedir. Şehirlerde bu sebeple mahalle terziniz Rum bir Ortodoks, satıcısı Karaman’lı bir Müslüman ve elbiseyi kervan ile getiren Yahudi bir tüccar olması son derece sıradan bir olaydır. Şehirde dini olarak sürekli baskı uygulamak gibi bir durum olamayacağı gibi kurulan devlet yapısında zaten istenmeyen bir durumdu. Neyse efendim bunun dışında Müslüman halk kendisine “Türk” demezdi dedik. Çünkü “Türk” dediğimiz kişiler yine Osmanlı Hanedanı’nın planları doğrultusunda dağlarda çobanlığa itilmiş, devlet kadrolarına alınmamış ve sürekli vergi/askere alma baskısıyla ezilmişlerdir. Werner dikkat ederseniz “Bu halkta bir zamanlar böyle bir yaşam sürmekteymiş” deyip “Türk’lerin aşağılanmadığını” söylese de zaman sonra bozulacak olan devlet yapısında artık iyice şehir hayatından dışlanan Türk’ler (günümüzün Yörükleridir bazı Türkmenlerdir) hor görülecek aşağılanacaktır. Ne yazık ki Osmanlı Devleti hanedanı ve halkı ile temeline yaslandığımız Türk kelimesinden zerre hazetmeyeceklerdir. Ne zamana kadar? Tekrar yeni milli bir devlet kurmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar. Bunları da öğrenmeniz iyi oldu devam edelim.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.04 (3).jpeg

Yıllarca savaşan ve isyanlar ile mücadele eden Osmanlı Devleti’nde İranlı’lara “Kızılbaş” dendiğini biliyoruz. Bu Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail ile yaptığı savaştan sonra artarak devam etmiştir (Merak edenler Yavuz Sultan Selim dönemini okuyabilir). Hatta ünlüdür Yavuz Selim’in Şah İsmail ile olan yazışmaları kitap halinde de basılmıştır. Şah İsmail’e karşı ne diyor Yavuz? ” ….Ben Sultan Beyazıd oğlu Sultan Selim, sen ki ey eşek Türk…”.

Bunlar dışında toplumumuzdaki Arap seviciliği ve aslen Osmanlı’da yaşayanlardan daha Türk olan İran dolayları (Kuzeyi) ve Azerbaycan sürekli aşağılanır ve “Kızılbaş” diye alay edilir. Günümüzde de İran düşmanlığının, Alevi’yi aşağılama manasında “Kızılbaş” demenin ve Türk’lüğün benimsenmek istenmemesinin sebebi bu tarihsel gelişimdir.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.05 (2).jpeg

Bir çok eserde defalarca tekrar ettiği, dönem şahitlerinin de defalarca belirttiği gibi aslında Siyah ve Koyu Renkli elbiseler giyenler Hristiyan veya Yahudi halkıdır. Müslüman olanlar renkli elbiseler giyer ve farklı şapkalar takarlardı.

Elbette yine günümüzde toplumumuza yerleştirilen Arap seviciliği sebebi ile gidip Hristiyan/Yahudi elbiseleri sanki Müslüman cemaatine aitmiş gibi monte edildi. Yani Türk gibi giyinmede nasıl giyinirsen giyin. Uzatmayayım görüyorsunuz zaten durumu.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.04 (2).jpeg

Bazı arkadaşlarımız dahil hala koskoca hocalar falan ekranlarda kölelik olmadığını dile getirmektedir. Bir çok yerde yine defalarca belirtildiği gibi büyük şehirlerde elbetteki köle pazarları vardır. Bu pazarlardaki köleler Cumhuriyet kurulması sırasında bile bulunmaktaydı. Bu kölelerin fiyatları, alanın ödeyeceği vergilerden tutun nasıl davranılması gerektiği kanunlarla belirtilmiştir. Yukarıda pazarın nasıl olduğunu gözünüzde canlandırabilirsiniz.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.04 (4).jpeg

Şans eseri (daha doğrusu tarihin denk gelmesi) yapımı biten Sultan Ahmed camisinin açılışına da katılmışlar. 8 Haziran 1616 yılında açılan Sultan Ahmed cami günümüzde hala önemli bir tarihi miras olarak durmaktadır. Açıkçası Sultan Ahmed’in yerleştirdiği son taşı çok merak ettim. İşaretlenmiş olabilir.

WhatsApp Image 2017-07-13 at 21.43.04.jpeg

Son olarak bizim milletin kaderciliğine atıf yapılmış. Geri dönüş yolunda konakladıkları kalenin paşası bahsi geçen olay neticesinde ölüyor. İşte görüldüğü gibi açık bırakılan çukura düşmüş. Halk “Çukur niçin açık bırakılmış, eğer açık bırakılmasaydı paşa ölmezdi” diyeceğine “Demek her şeye kadir olan ulu Tanrı, Paşanın burada ölmesini uygun görmüş” diyor. Bu olayı yine şaşırarak aktaran Werner’e 400 yıl sonra sesleniyorum;

“Doğu cephesinde değişen bir şey yok…”

Hoşçakalın..

 

Sahipsiz

Yürürsün ya bazen yollarda

Gidersin adımlarla

Her yerdesin öyle hissedersin

Hem her yerde hemde hiç bir yer…

 

Sahile bakarsın ya hani

Ufuk çizgisine

Her yer denizdir bir an

Hem her yer deniz hemde hiç bir yer…

 

Berabersin ya bazen arkadaşlarınla

Konuşursun dinlersin

Her yerde dostların yanı başında

Hem her yer dost hemde hiç bir yer..

 

Kaçarsın ya kırlara dağlara

Çiçekler gökyüzü

Her yer rengarenktir

Hem her yer renk hem hiç bir yer..

 

Ve hissedersin ya bazen içinde

Dolu yüreğinle

Her yer senindir

Son seneler geçer anlarsın

Aslında hiç bir yere sahip olmadığını..

 

Bir Garip Şekeroğlan

İdam

İki gün evvel bildiğimiz gibi insan olan herkesin içini burkan ve tüylerini diken diken eden bir olay yaşandı. Hani bir sürü olay yaşanıyor da işte bu biraz daha öne çıkarıldı ve toplumumuzda haklı tepkilere vesile oldu.

Olayı yeni duyanlar için kısa okulundan evine gitmek için akşam 7 gibi bir dolmuşa binen Özgecan, otobüsün şoförü tarafından kaçırılıp tecavüze yeltenilmiş mücadele edince bıçaklanıp yumruklanarak öldürülmüş. Sonradan cesedi yok etmek için arkadaşını ve babasını çağıran şahıs öldürdüğü Özgecan’ı yakmış ve bir yere atmıştır. Sonradan cesedin bulunması, tutuklanmaları ve itirafları olduğu söyleniyor. Peki haberleri takip etmesem de muhtemelen suçlular bunlar gibi görünüyor.

Elbetteki bu ülkemizdeki diğer bir çok kadın cinayetinden sadece bir tanesi. Bunun gibi öldürülen bir çok kimsesiz insan ve elbette daha savunmasız olan kadın/çocuklar en büyük tehlikede olan grup. Ülkemizde toplumumuz dediğim gibi çok solcu, çok milliyetçi ve çok muhafazakar ama değerlerimiz kağıt üzerinde olduğu için çakma insancıklığımızla övünmekten öteye gidemiyoruz. Okuma araştırma çok olmadığı için de “nasıl oluyor neden yapıyorlar?” gibi sağa sola sorular sorduktan sonra unutuyoruz gidiyor.

Hani sanırsın aylardır bir kadın ölmüyordu, birisi tecavüze uğramıyordu veya aşiret tarafından sokak ortasında öldürülmüyordu da yeni bir olay oldu. Bunlar her gün zaten olmakta arkadaşlar yapmayın etmeyin. Medyada biraz üstüne gidince sesimizi çıkartıyoruz hafiften ki oda sahte bir ses oluyor. Çünkü ölene insan olarak değil, hangi dinden mezhepten kökenden veya cinsiyetten ise ona göre tepki gösteriyoruz. İdeolojiyi de elbette bunun içine rahatlıkla koyabiliriz.

Yani birisi yaralandı, öldürülüyor bakıyor bizim insanımız medyada yada çevresinde. “Adamın birisi ölmüş vah yazık kimmiş transeksüelmiş. Heaaa sktiret o zaman ya” diye tepki veriyoruz. Birisi sokakta silahını çıkartmış tak tuk ateş ediyor öldürüyor dükkanda birisini yoldan geçen olay ile hiç alakasız biriside yaralanıyor. Adamın kimden, ölenin kimden ve olayın ne olduğu üzerinden birde haklı çıkarılıyor. “Borcunu vermediyse demek ki” diye ateş etme yetkisi oluyor. Daha önceden tekrar tekrar yazdığımız; insanlar toplumsal adalete güvenmezler ise kendi adaletlerini uygulamaya başlarlar.

Bir insanın ölmesi, tecavüze uğraması, işkenceye maruz kalması, kaçırılması, yakılmasına üzülmek için illaki sizin renginizden mi olması lazım arkadaşlar? Başörtülü kadın “benim ktüme ellediler” deyince ortalığı ayağa kaldırıyoruz ama mini etekli kadın tecavüze uğrayınca ise “ee hacı azdırmayacaksın insanları” deyiveriyoruz. Kendi dininden adam başka dinden birisi tarafından öldürülünce “hesap verecekler” diyoruz ama kendi dininden adam alışveriş merkezinde bombayı patlatıp milleti öldürdüğü zaman “ya onlar zaten bizden değil” deyip sıyrılıyoruz aradan. Ne güzel değil mi kendi değer yargılarıyla dünyaya bakmak ve herkesi mal zannetmek? En güzeli de kendini haklı zannediyor olmak ama insanlığın ne olduğunu bilmemek. Tayyip Erdoğan’ın hep söylediği bir söz vardır; hiç kimse kusura bakmasın diye. İşte hiç kimse kusura bakmasın “insan” olmak ile “insan gibi görünmek” farklı şeylerdir. Bizimki “insan gibi görünmek” bölümünde. Birisi ölünce çakma bir “protesto” yapılır o da kendi ideolojisinde falansa yoksa umursanmaz. Ya bir bırakın arkadaş soğutmayın kendinizi bu kadar…

Diğer bir konu son yaşanan olaylar ile ilgili internet ortamında ve çevremde beliren tepkiler. Dikkat edin lütfen; Herkes üzgün neredeyse, birbirlerine “bunu bir insan nasıl yapar?” veya “ben kan göremem bunlar yakmışlar inanamıyorum” vs. dedikten ve toplu olarak şoke olup anlayamadıktan sonra verilebilecek cezalardan bir bahsediyorlar ki akıllara zarar. Artık adamı vites koluna yağsız oturtup türkiyenin bir ucundan bir ucuna seyahat edenden, direğe bağlanıp toplu tecavüzden sonra canlı canlı yakılmalarına kadar… Vallahi pes dedim.

Aramayın ve nasıl olduğunu sormayın sakın. Canilik ve vahşet insanın genetiğinde var zaten. Kendi isteklerinizle belkide imkan olur ise yapılabileceklerden bahsetmek ürkütücü. Tabii bu bir tepki ile söylenmiş ve “hadi yapalım” dense yapamayacak olanları çoğunlukta ama yinede ürkütücü. Ve istenen idam talebi. Yakın bir zaman da bu konu ile ilgili bir yazı yazmıştım daha doğrusu bir kitap Victor HUGO’nun; Bir İdam Mahkumunun Son Günü diye Sefiller yazımın içinde

İdam ve uygulamaları ile ilgili tarih boyunca bir çok uygulama vardır. Araştırılmanın olmadığını bildiğim için ben araştırdım. Eskiden “olm asıcaksın ikisini bak yapıyorlar mı!” ekibindendim. Lakin araştırmamdan sonra ve tarih bilgim geliştikçe öyle asmanın, kesmenin veya işkence etmenin bir anlam ifade etmediğini görmüş oldum. Tarih boyunca son derece sert yönetimler gösteren ve ağır işkence/idamlar gerçekleştiren liderlerin gerçekten de belli bir süre bu tip hırsızlık/tecavüz ve adam öldürme olaylarını azalttıklarını görüyoruz. Ama sadece belli bir süre kontrol edebiliyorlar fazla değil. Ve bu liderin peşi sıra bu sefer tepki gibi daha fazla tecavüz/hırsızlık veya cinayet gerçekleşiyor.

Yani öyle boş kafayla “eskiden asarlarmış kimse yapmazmış hacı” diye bir şey yok. Osmanlı devletinde misal “ibreti alem” cezası verilirdi. “Hırsızın eli kesilirdi!” kısmı zurnanın son deliğidir. Korsanlık ve haramilik yapanlar meydanda ucu sivriltilmiş kazığa yağlanarak bildiğiniz canlı canlı oturtulurdu ve öyle bırakılırdı. Bir çok var; kafası kesilip koltuk altına verilerek kahvehanede bırakılan, meydanda asılıp bırakılan vs. idamların yanında isyan çıkaranların diri diri toprağa gömülmesi (kendi mezarı kazdırılarak), yine sapık görülen mezhep mensuplarının canlı canlı yakılması, isyanlara katkısı olduğu düşünülen köylerin yakılması, ihanet eden Karamanlıların bir şehrine toplu tecavüz edilmesi falan ohhoo. Sonra işkenceler var konumuz değil yazmıyorum. Ha mesela bir idam çeşidi var işkence tarzında büyük kesik bir ağaç kökü içi oyulur ve mahkum ne ayakta dikilebileceği nede tam oturabileceği derinlikte bırakılığı içine konulduktan sonra üstten zincirlenir. Mahkum bol su ve yemek ile beslenir. Zaman ile mahkum kendi pisliği içerisinde yavaş yavaş çürüyerek ölür…

Nasıl adam öldürme deyince ceddimizi hafife almamak lazım. Elbette asyayı ve bir ödül verilmesi gerekiyor ise Vatikan klisesini unutmamak lazım bu ceza ve işkenceler adına. Peki ne olmuş en azından bizim için Osmanlı devletinde korsanı veya haramiyi bağırta bağırta yağlı kazığa oturtmuşlar, isyan edeni canlı canlı gömmüşler de Devleti Cihanda artık korsanlık bitmiş, kimse cinayet işlememiş, hırsızlık yapmamış veya tecavüze yeltenmemiş midir? Yani daha ne yapılabilir bir insanı caydırmak için? Cevabı ben vereyim; Caydırmamıştır!

Bunun sebebi ise yine insanın doğasındaki açgözlülük, para ve mevki hırsıdır. Bunu elde etmek için yani gücü elde edebilmek için en yakınlarına ihanet etmekten, kendi kardeşlerini öldürmekten veya bebekleri boğazlamaktan vazgeçmemişlerdir ve hiç bir zaman bazı insanlar vazgeçmeyecektir…

Toplumsal statü şu şekilde işlenmektedir; Bir hırsız, tecavüzcü, katil, rüşvetçi vs. yakalanır ve öldürülür. İbret için bunları yapmamaları için halka idamlar seyrettirilir. Lakin bu başka katil veya rüşvetçi davranışları engellemez. Çünkü önlerindeki muhtemel rakiplerinden bir tanesi gitmiş yeni bir mevki boşalmıştır. Yani mahallenin hırsızı ölür ise muhtemelen kolay yoldan zengin olacak başka bir hırsız yerini alacaktır. Özellikle devlet görevlerinde gücün ve paranın çekiciliğini hiçbir güç engelleyememiştir. Bu sebeple soygun girişimleri ve koltuk sevdası siyasetçilerimizde hala görülmektedir. Hayatları boyunca kazanamadıkları paraları kazandıkları halde o güç ve ihtirası terk edemezler. Bu insanın doğasıdır ve açgözlülüğüdür.

Bu sebeple demokratik toplumlar ve bilim adamları tarihsel veri ve bulgulara dayanarak suç işleyen ve suça meyilli insanları öldürmeyip rehabilite etmeye çalışmaktadır. Ne yapalım adamları serbest mi bırakalım? Hayır öyle bir şey demedim. Son derece caydırıcı cezalar ile bu durumu düzeltmeye çalışmalıyız. Bilimsel araştırmalar bize göstermiştir ki; Büyük caydırıcı cezalar ve yakalanma korkusu bu tip olaylarla mücadelede çok daha etkili olmaktadır. Daha doğrusu olayın sonucuna değil, gelişimine ve sebeplerine odaklanmalıyız. Gerçi toplumumuzda bu sebep algısı genelde kadınlıktan tabir ettiğim sebeplere gidiyor ne yazık ki. İşte mini etek, kot pantolon, tayt artık aklınıza ne gelirse sebep olarak gösterilebiliyor..

Kadına yönelik şiddet ve daha doğrusu şiddetin toplumda yerleşkesi çok eskiye dayanıyor bizim kültürümüzde. Kadın türk kültüründe ve müslümanlık algısında “bacı” kavramında görülse de ikinci sınıf vatandaş muamelesine maruz kalmakta. Arkadaşımla konuşurken içinde bulunduğumuz toplumsal algıların değişkenliğini konuşmuştuk. Mesela kadına şiddet vardır ülkemizde lakin sokakta tartıştığınız ve tanımadığınız bir kadına vurmak kolay değildir. Çünkü kadına yönelik bu saldırı tepki çeker bu bilinir. Fakat tartışan kişi kendi kızı, karısı veya aileden birisi ise bu fiziksel şiddete büyük ihtimal karışılmaz. Bunun aile içerisinde olduğu kabul edilir. Diyeceğim toplumumuzun doğası gereği kadın ikinci sınıftadır ve belli tabu/kültürler üzerinden bu tip olaylar değerlendirilir.

Gelişme döneminde kendi ailenizden de gördüğünüz kadının ev içerisinde hizmete odaklı yaşaması (temizlik, yemek, çamaşır, çocuk bakımı, çalışmamak vs.) ve kapalı toplum yapısına uygun bir şekilde erkekten daha aşağıda görülmesi tarihimizden ve kültürümüzden gelen bir anlayışın ürünüdür. Bunun kırılması ve erkek egemen toplumun değişmesi son derece zordur. Son olaydaki gibi toplumsal tepkilerin, eğitim hayatında, dini ve siyasi hayatta söz sahibi kişiler tarafından tekrar tekrar dile getirilmesi ile bu yapı değiştirilmeye çalışılmalıdır.

Siz ne aile yapısını, ne kültürel kalıtımı, ne dini gelenekleri, nede eğitim yapısını değiştirmeye çalışmadan bu şiddet olaylarını engelleyemezsiniz. İster idamı getirin, ister kazığa oturtup çıkartın değişmeyecektir. Şiddet yüklü toplumlarda zayıf olan kanattaki kadınların daha çok ezilmesi de son derece normal oluyor haliyle.

Balık baştan kokar derler. Siyasi arenadakiler her gün hakaret ve küfürler ile kavga eder, içindeki stresi atmak için seyredilen futbol maçında kavga ve küfür edilir, ailesinde anne baba sokakta çocuklar kavga eder, okula gider hocası döver falan yani ne bekliyorsunuz?

Bir insana tecavüz edilmesi sebep değil sonuçtur. Bu sebeplerin ortaya konulması ve bilimsel çözüm yollarıyla sonuçların değiştirilmesine çalışılmalıdır. Kolay değildir fakat takip edilmesi gereken yol kesinlikle budur.

İş Kazası II

Ulan yazıyı yazmışım yayınlamamışım iyimi! Neyse farketmez peş peşe okunur;

Kaza literatürde belli olayların zincirleme reaksiyonu sonucu gerçekleşir. Neler olabileceği değerlendirilir, alınacak güvenlik önlemleri belirlenir, gerekli önlemler alınır, çalışanın bunları uygulaması sağlanır, çalışan uygulamaz/çalışan hata yapar/uygulanan önlem yetersizdir ve kaza olur son adımda.

Şimdi bu zincirde belirlenen ilk halkayı yönetim sınıfları konuşur ve gözden geçirir. Eğer bu adımları düzgün işletmez isen zaten kazanın sebebi ilk adımdır. O adımı atlayarak işçi hatasına ve kazaya gidilmez. Veya ilk adımı atlayarak uygunsuz koruyucular vardı denmez. İşin yaklaşımı budur.

Yine gelişmiş ülkelerde kazalara yaklaşım iki türlüdür. Proaktif ve reaktif yaklaşım. Kısaca proaktif yaklaşım; olay olmadan evvel sorunu geçmiş tecrübeler ile tespit etmek ve gereken önlemleri zamanında almaktır. Reaktif yaklaşım ise; olay veya kaza meydana geldikten sonra hatalardan ders alıp gerekli önlemleri almaktır. Bu sebeple gelişmiş ülkeler proaktif yaklaşımı teşvik eder ve bunu uygulamaya çalışırlar. Bu sebeple oralarda insanlar madenlerde ölmez, inşaatlardan düşmez. Ha düşmez derken kendi hatasından artık düşerse düşer yapacak bir şey yoktur.

Bizdeki fark ise kazalara hem reaktif yaklaşım ile yönelmek, hem de bunlara “yapacak bir şey yoktu” demeyi normal karşılamaktır. Sen kaza olmaması için gerekli önlemleri yeterince almaz isen bunun sonucunda ölen veya sakat kalan insanlara “neyapalım olabilir kaderdir” diyemezsin. Bu hem etik olarak, hem hukuksal olarak hem de dinsel olarak suçtur/günahtır.

Ve düzeltelim biz reaktif bile yaklaşmıyoruz. Çünkü reaktif yaklaşım, yaşanılan kazadan ders çıkartarak adımlar atmayı gerektirir. Onda da yalanlar ile, balık hafızamız ile geçiştiriyoruz. Elbette ben değil, devlet geçiştiriyor bu adımları. Çünkü devletimiz insanına değer vermiyor, sömürüyor ve ölmesine izin veriyor. Kısacası umurunda değil bakanların falan.

Peki neden böyle düşünüyorum? Yanlış mı düşünüyorum yoksa? Geçmişte deprem felaketi yaşadık mesela bir önlem alınmamıştı o zamanlarda. Şimdi “alındı, artık beklenen şiddetli bir İstanbul depreminde binlerce insan ölmeyecek arkadaşım” diyen var mı? Hemen “bu doğal afet” demeyin Japonya veya başka belli düzeyde ülkeler de benzer depremleri geçiriyorlar. Onlar ölmüyorsa araştırıp buraya da yapacaksın. Ne oldu deprem işi? Unuttuk gitti…

3 yıl evvel tersanelerde her gün 3 adam ölüyordu. Benimde yaşadığım ve gördüğüm Tuzla tersanelerinde çalışma şartları, ölümler, sakatlanmalar, mafya, sigortasız işçiler vs. konuşuldu yazıldı çizildi. Ne oldu tersanelerde çalışma şartları mı düzeldi? İnsanlar ölmüyor mu sanıyorsunuz! Unuttuk gitti…

4 yıl evvel kot taşlamada çalışan işçiler silikozis hastalığından ölüyorlardı. Ne oldu bu taşlama çalışanları. Daha doğrusu kumlama çalışanları? Artık ölmüyorlar mı sanıyorsunuz! Unuttuk gitti onları da..

5 yıl evvel inşaatlardan işçiler patır patır düşüyordu, ölüyordu marabalar. Köylerinden getirilenler, memleket hasretlerini dinledik, İbrahim Tatlıses gibi yanık sesler. Ne oldu artık İnşaatlardan işçiler düşmüyor mu sanıyorsunuz! Onları da unuttuk..

Şimdi madenlerde şartlar kötüymüş, oralarda iş güvenliği yokmuş, insanlar ölüyormuş. Ne olacak 2 yıl sonra? Yani ne diyeyim madenlerde yıllardır hiç insan ölmüyordu da şimdi mi öldü? Yeni mi çalışma şartları kötü oldu? Taşeronluğu ve hatta daha kötüsü rödovans sistemi yeni mi uygulanıyor? Peki en önemlisi ilerde uygulanmayacak mı ülkemizde?

Bu soruların cevabını eşşek gibi bildiğiniz halde neden ses çıkartmaz bu çalışanlar, medya, insanlar ve bu paraya tapan toplum. Neden ses çıkartmaz bu bakanlar, bu cumhurbaşkanı, bu başbakan,milletvekilleri….

Neden ses çıkartmıyorlar ben biliyorum. Çünkü işte önceki yazımızda anlattığımız bu vahşi kapitalizm şirketlerinin ortakları bu adamlar da ondan. Bu sebeple vatandaşının sömürülmesine sessizler hatta yalancılar ve yüzlerine bizim oraların tabiriyle sçmışlar adamların.

Madenlerden bahsedeceğiz dedik. Nedir bu süreç aslında araştırsanız bulunuyor hemen. Nasıl işliyor sistem ve neden devlet bu kaza zincirinin en başında suçlu kurum. Sadece şu maden sektöründeki olayı analiz ettiğinizde durumu anlıyorsunuz zaten.

Maden TKİ kurumuna ait. Sahip olduğu madeni işletmesi için kiralıyor özel bir kişiye. Diyor ki “buradan kömürü çıkart ben ne çıkartırsan alacağım”. İşletmeci adam “peki bu maden 2 milyon alt yapıya sahip, ben buradan 10 milyon çıkartsam alır mısın?” diyor. Devletten olumlu yanıt alınca ihaleye çıkartılıyor. Devlet kendisine en düşük fiyattan kömürü satan adama bu ihaleyi verecek. Kağıt üzerinde durum bu yani. İşte bu abimiz “ben sana 50 dolardan satarım” diyor. Devletimiz aynı miktarı işletirken 110 dolara mal ettiği için çok seviniyor. Tabi işte bu yapay yoldan özelleştirmeyle kar yapıyor yine maddi olarak.

Sonra adam başlıyor çalışmaya. Daha fazla işçi alıyor, fazla çalıştırıyor madeni de. İşte buraya kadar da aslında sorun yok gibi. Gerekli yasal düzenlemeleri patron kağıtta neyse yapıyor. Devlet müfettişi gelip imzalıyor falan. Oh ne güzel sistemi kurup işletmeden iyi paralar kazanmaya başlıyor patron. Üretimi 4 milyona çıkartıyor. Alanda olduğu için sıkıntı yok. Patron mutlu, devlette mutlu bu arada. 110 dolara mal edeceğine 50’ye alıp 70-100 arası satıyor kömürü.

Peki kim kaybediyor? Bu iş nasıl oluyor arkadaşım diyen yok. İşçiler çok düşük ücrete hayvanın çalışmadığı şartlarda çalışıyor, iş güvenlikleri umursanmıyor her şey tersanedekiler, inşaatlardaki gibi yani kağıt üstünde. Devlet gözünü kapatıyor çünkü para kazanıyor, patron zaten bu işi bildiğinden umurunda değil. Devlet ne kadar görmezse o kadar üretir ve maliyeti düşürür. Sonra işte kaza patlıyor bir yerde.

Yavuz SEMERCİ iki gün önceki yazısında çok güzel özetlemiş zaten durumu;

“Madencilerden çaldığınızı geri verin!

Soma katliamının birincil derecede sorumlusu devlettir… (Artık bu girişten sonra, bağnaz olanlar yazıyı bırakabilir…) Bu tespit ahlaki bir kesinlik de içerir. Ve önyargıdan uzak olan herkes ile tartışmaya hazırım. Argümanlarımı aşağıda sıralayacağım. 301 madencinin öldürüldüğü (evet öldürülmüştür) katliam ile devlet ilişkisi son derece açıktır.

Bir tespit daha yapmama izin verin. Lütfen Soma’ya destek için yardım kampanyası filan düzenlemeyin. Çünkü öldürülen madenciler de dahil orada çalışan herkese ait en az 500 milyon dolar, devletin kasasındadır.. Para sahiplerine geri verilmelidir. ‘Bu nereden çıktı’ diyenler artık yazıyı okumaya başlayabilir.

***

1) Madencilerin öldürüldüğü Soma madeni devlete, Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu’na (TKİ) aittir. Kiracıya mevcut haliyle işletmesi için devredilmiştir. Ve yıllık 2 milyon ton üretime göre alt yapısı oluşturulmuş bir kömür ocağıdır. Ve işletmeci, mal sahibi devletin gözünün içine baka, baka aşırı bir yüklenme ile kömür üretimi yapmış ve yıllık 6 milyon ton üretimlere çıkmıştır.

2) Bu üretim artışı için işletmeci bütçesini zorlayacak, güvenlik standartlarını yükseltecek (yaşam-kaçış odaları gibi, elektrik alt yapısı gibi, ana galerilerin çelikle güçlendirilmesi gibi, otomasyon gibi, üretim yapacak robot makineler gibi) hiçbir yatırıma yönelmemiştir. Ve bu durum mal sahibi tarafından da bilinmektedir.

3) Bu gerçeği şuna benzetebiliriz: Dükkanınızı kiraya veriyorsunuz ve kiracı her yıl kullanacağı metre kareyi artırmak için kolon dahi duvarları yavaş yavaş yıkıyor. Ve her seferinde de kiracının size verdiği para artıyor. Ve cebinize giren paraya bakıyor ve olup biteni sadece seyrediyorsunuz. Sonra bina yıkılıyor. Suç kiracıda diyorsunuz. TKİ’nin Soma’da yaptığı budur.

4) Ocaktan çıkan her gram kömür sabit bir rakamdan (şu anda tonu 50 lira) TKİ tarafından satın alınıyor. Son dört yılda (tahminime göre) satın alınan kömür 20 milyon ton civarında. TKİ bu kömürü (vasıflarına göre) 70 ile 280 lira arasında piyasada satıyor. Bir kısmına bedava dağıtsın diye devlete satıyor.

5) TKİ’nin madeni işletene ”her yıl bana şu kadar kömür satacaksın” diye bir kota koymadı. Ne çıkarsa söz konusu sabit fiyattan (her yıl enflasyon oranı kadar eskale ediliyor) satın alıyor. Bu ocak zorlanmasaydı alt yapısına uygun çalıştırılsaydı, elden ele sistemi gibi modern kölelik düzeni kurulmasaydı, bu ocaktan satın alacağı kömür son 4 yılda 8 milyon ton olacaktı… Buna rağmen 20 milyon ton alım yaptı ve işletmecinin sömürü düzenine ses çıkarmadı. Çünkü kendisi de tarihinin en büyük karını elde etmeye başladı.

6) Aşırı zorlamayla ve adeta rus ruleti benzeri bir plan ile üretilen fazla kömür işletmeciye son 4 yılda (ton başına 20 lira kar desek) en az 240 milyon TL vahşi bir kazanç elde etmesine yol açtı. Bu kaynak yat oldu, Maslak’ta gökdelen oldu, kara kâr kattı. Ailenin lüks araçlarına, villalarına dönüştü…  Nitekim Soma Holding’in yıllık 300 milyon TL’ye yaklaşan cirosunun temel nedeni de bu aşırı üretim.  

7) TKİ ocaktan çıkan fazla kömürü ton başına 40 ile 50 lira arasında satın aldı. Ortalama 140 liradan tonunu piyasaya sattı. (TKİ’nin sitesine girin kömür satış rakamları orada yazıyor) TKİ, son 4 yılda beklenmedik bir şekilde fazladan elde ettiği 12 milyon ton kömür için kasasına (maliyet düştükten sonra) 1.2 milyar TL aktardı.

8) Siyaset bu işten ayrıca nemalandı. Bölgede istihdam arttı. İktidar partisi bölge insanının gönlünü kazandı.

SONUÇ

1) Devlet bu sistemi kurana gözetmenlik yapmıştır ve bundan menfaat elde etmiştir. Bırakın kamunun denetim mekanizmasını, malın sahibi olarak kamu yöneticileri işletmenin üzerine binen yükü görmemezlikten gelmiş aksine şirketi övüp, önünü açmıştır.

2) TKİ’nin de Soma Holding’in de sadece son 4 yılda katliama yol açacak nitelikte çalışma sistemi nedeniyle elde ettiği gelirler, ahlakdışıdır, işçi sömürüsüne dayalıdır. İşçiler bu vahşi kapitalist uygulama nedeniyle ölmüştür. Başka bir deyişle öldürülmüştür.

3) Kamu ve şirketin elde ettiği gelirler kanlıdır ve sahiplerine derhal iade edilmelidir. Bir vakıf kurularak madencilerin çocukları okutulmalıdır.

4) TKİ yönetimi bu işten birincil derecede sorumlu olarak yargılanmalıdır. Ve diğer madenlerle yaptığı benzer anlaşmalar var ise derhal iptal etmelidir.

5) Devleti yönetenler bu kabul edilemez sömürü düzenini kamu adına kurulmasından dolayı utanmalı, halktan özür dilemeli ve Enerji Bakanı Taner Yıldız siyasi sorumluluğu üstlenerek istifa etmelidir.

Cansız bedenler yaratan bu çalışma sistemini yaratanların, kontrol mekanizmasını kurmayanların makamlarında kalarak sistemi değiştireceğini savunmak, suçluların bir kez daha suçu işlemez inancıyla cezasız bırakılmasına benzer. Ve kamu vicdanı bunu kaldırmaz ve işini yapmayanları cesaretlendirir.

Yavuz SEMERCİ

20.05.2014 Haberturk”

Peki ne yapacağız? Neden önlem alınmıyor? Niçin halkımız tepki göstermiyor? Tepki gösterenler neden vatan haini ilan ediliyor? Ve en önemlisi taşeron sistemin göbeğinde yaşayıp her gün ölüme giden bu çalışanlar niçin hala bu sistemin işleyişini değerlendiremiyorlar?

İnanın bu soruların cevaplarını bende bilmiyorum. Bildiğim şey ise bu kapitalist insan tüccarlarının işlerini çok iyi yaptığıdır. Öyle ki, hem sömürüp hem de bu adamların desteğini alan sistemi beraberlerinde getiriyorlar. Tek çıkar yol bu haksızlığa uğrayan kesimin ciddi anlamda örgütlenip artık harekete geçmesi gerektiğidir. Akıl tutulmasının engellenmesi gerekiyor. “Ben eskiden çiftçiydim, artık tarımdan para kazanamayınca bütün köydekiler ile iki yıldır madene gitmek zorundayız ne yapalım” diyor madenci abimiz. Sonra dönüyor diyor ki “ülkemizin büyümesi çok iyi, dünyaya kafa tutuyoruz allaha şükür çok iyiyiz”. Yani arkadaşım madem çok iyiyiz neden tarımdan artık para kazanamıyorsun? Neden bu sebeple madenci olmadığın halde madendesin mecburen? Ulan hem memnunsun ülkenin durumundan, hem topraktan para kazanamadığını söylüyorsun! Hem taşeron sisteminin göbeğinde sömürüldüğünü söylüyorsun, hemde gelen hükümet görevlisini alkışlıyorsun beraber cuma namazındasın kol kola..

Yani bu ne lahana turşusu bu ne perhiz bu nedir arkadaşım? Protesto ettiğinde başbakan saldırıyor vatandaşa bunun daha ötesi var mıdır? Vardır arkadaşlar inanın vardır. Çünkü, hem şikayet edip geçinemediğini söyleyip mecburen çalıştığını dile getirdikten sonra memnunsan ülkeden e kusura bakma artık.

Ölen adamların hakkını hukukunu olanları anlatmaya muhalefet dediğimiz çoğunluğu sosyalist adamlar gitti oraya. Ama kimin hakkını kime karşı koruyacaksınız? Ramazanda geliyor zaten ikide iftar patlatırlar madende üç dua tamamdır..