Sorumlu Olmak – Uğur Mumcu Anısına

Sorumlu Olmak

Demokratik toplumlarda bir kişiye yapılan haksızlık bütün topluma karşı yapılmış sayılır. Bu bilinç yerleştirilmedikçe, haksızlıkların ve adaletsizliklerin önüne geçmeye olanak bulunamaz.

– Bana dokunmayan yılan bin yaşasın… felsefesi, toplumun bütün bireylerini sarar ve birçok insan:

– Adam sen de… bencilliği ve bireyciliği ile yetişir. Herkes kendi küçük dünyasının kabuklarında, sessiz sedasız yaşamayı hüner sayar.

– Sen mi kurtaracaksın? gibi sorularla kavgadan gürültüden uzak tutulmak, günlük yaşantının mutluluk zırhlarıyla sarılıp sarmalanmak hiçbir yasanın suç saymadığı ve bir çok insanın da küçük görmediği bir yaşam biçimi olarak belirir.

– Beni düşünmüyorsan, çocuklarını da mı düşünmüyorsun? gibi duygusal tepkilerin göz dağlarıyla sıkıştırılmış sorumluluk duygularının sınırladığı insanlar, yaşamlarında bir başka mutsuzluğun gölgeleri ile boğuşup dururlar öylece.

Düşündüklerini bir kez bile yüksek sesle söyleyememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne hiç haykırmamış bir insanın bilinç ve duygu dünyasında doğan girdaplar belki de sabah akşam boğmuştur kişiliğini.

Kendi kişiliğinin katili olmak da güç iştir basbayağı. Susmak.. susmak… hep susmak. Konuşmamak, konuşmamak… Üstlenilen görev budur bütün yaşam boyunca. İnsanları saran küçük çemberler büyüye büyüye demokrasinin boynuna bir halka gibi geçer. Suskunluk kural, konuşmak ve eleştirmek de kural dışı olur bir süre sonra.

Bir kişiye yapılan haksızlığı her insan yüreğinde ve bilincinde duymalıdır bütün ağırlığınca. Bu sorumluluk bilinci kurulmamışsa her yeni haksızlık bir “kader” gibi benimsenir bütün toplumda. Oysa ne yoksulluk ne de haksızlık “kader” değildir. Yoksulluğun ve haksızlığın nedenleri vardır. Bunları birer birer saptayıp toplumun önünde haykırmak gerekiyor.

Toplumdaki her insandan beklenen bu da değildir aslına bakarsınız. Herkes, kendi görevinin sınırları içinde dirençli olabilse bir ölçüde kolaylaşır işler.

Yargıçsınız; önünüzdeki sanığın suçsuz olduğunu biliyorsunuz. Fakat emir almışsınız. Mahkum edersiniz bile bile.

Doktorsunuz; önünüze işkence evlerinden getirilen bir hasta çıkardılar. Verilen emirlere uyar, sahte raporlar düzenlersiniz.

Memursunuz, amirsiniz; bir altınızdaki memurun sicilini bozmak için verilen emirleri körü körüne yerine getirirsiniz. Belki sivilsiniz. Terfi bekliyorsunuzdur. Belki de albaysınız, generallik sırasındasınız. Hemen bozarsınız sicilleri. Başkalarının mutsuzluğu üzerine kendi mutluluğunuzu kurmak istersiniz.

Kimler gelir, kimler geçer böylece…

Aynı çark insanları öğütür. Dönme dolap gibidir yaşam. Bakarsınız yüksektesiniz, bir bakmışsınız inmişsinizdir o yüksek yerlerden. Geriye sadece insanın kişiliği ve onuru kalmıştır. Bu onuru, daha yükseklere sıçrayabilmek için bir “pey akçesi” olarak sürenler, önünde sonunda bir insanlık yıkıntısı, bir “enkaz” olarak kalırlar belleklerde.

Yirminci yüzyılda uygarca direnişin adıdır “medeni cesaret.” Bu konuda çok zengin değil toplumumuz. Bir kaplumbağa gibi yaşamayı, bir “sürüngen” gibi beslenmeyi, bir “yılan” gibi yükseklere tırmanmayı hüner saymışız yıllarca. Sorumluluk pınarlarından, bilinç çeşmelerinden gürül gürül akan kişilikleri, köhneleşmiş yasaların kıskacı altında yaşatmayı tek çıkar yol bilmişiz yıllarca.

Karanlıklarla beslenen korkuları, bir tel örgü, bir dikenli tel gibi sarmışız dört bir yanımıza. Yüreksizliğin özrünü bir parça da kendi küçücük dünyalarımızın mutluluğuna sığınarak gidermek istemişiz.

Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız. Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci, özgürlüğün de, demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence sağlanmadıkça, demokrasinin temeline bir tek taş bile konmuş olamaz.

Unutmayalım ki “cesur bir kez, korkak bin kez ölür.” Önemli olan, insanın böyle bir toplumda bir “mezar taşı” gibi suskunluk simgesi olmamasıdır.

Yeni Ortam, 9 Aralık 1974

Peruk

Üniversitede okula dolmuş ile geldiğimiz zaman kampüs girişinde durulur ve öğrenci kimliklerimiz oradaki görevlilere gösterilirdi. Görevliler bizim kimliklere üstün körü bakar bazı sakalı uzamış öğrencileri uyarır traş olmasını isterdi. Okula başörtüsüyle gelen kız öğrenciler ise kurt görmüş koyun gibi bir birlerine yanaşır, telefon kulübesi gibi bir yere sırayla girip çantalarında getirdikleri perukları çıkarırlar, arkadaşlarının yardımı ile o küçük yerde kafalarına peruğu yarım yamalak yerleştirirlerdi.

Perukları ve alttaki başörtüsüyle adeta garip bir ucubeye benzeyen zavallı üniversite öğrencileri ekip olarak yine son kontrolleri yaptıktan sonra kampüse ancak böyle girebilirlerdi. Bazen isteyerek genel itibari ile mecburen giriş kapısından ders binalarına yine yürüyerek gitmek zorundaydılar. Çünkü gelen dolmuşlar bunların hazırlanmasını beklemediği için basıp içeriye giderken sonraki dolmuşlar da bu öğrencileri kampüs içinde almadan geçip gidiyordu. Girişten dersliklere kadarki neredeyse bir kilometrelik yolu kar kış yürüyen bu kızlar benim dönem ortalarıma kadar neredeyse hiç dikkatimi çekmedi.

Gerçi çekti de ne oldu? O zamanlar hiç bir siyasi kanata yakın olmadığım için (hala da yakın değilim Allah’a şükür) ne olduğuna pek anlam veremezdim. Derse gidip gelen basketbol oynayıp mühendislik yapmak isteyen sıradan bir öğrenciydim işte. Neyse işte kafasında yamuk peruklarıyla sanki utanacak bir şey yapmış gibi gözlerini kaçıran bu kızlara acırdım. Yapılanın yanlış olduğunu düşünmekle beraber onlar için ne yaptım diye geçmişime bakıyorum; Hiç bir şey! Bırakın bir eylemi veya tepkiyi birisinin bile gönlünü almamışımdır sanırım.

turban-ustu-peruk_745246.jpg

Sonradan geçmiş yaşantımda pişmanlık duyduğum ama aslında son derece olağan olan bu kanunsuz dayatmaya tepki vermediğime, oradaki insanlara yardım edemediğim günleri her zaman üzüntüyle anarım ve öldüğüm zaman bunun hesabının sorulacağını düşünürüm.

Yıllar geçti de bu kanunsuzluk ve buna ses çıkartmama geleneği hiç değişmedi.

YSK’nın aldığı karar kanunsuz diye itiraz ediliyor şimdi.

Kanunsuzluk ülkemizde gücün kadar işliyor haliyle. Mesela Devlet Bahçeli partisini kanunlarına aykırı bir şekilde terketmiyor. Diyor ki yani “Kanun benim!” diyor ki “Ben ne dersem kanun odur!”.

Ne dedik 15 yıldır?

Devletin ayakta kalmasının ilk şartı adalettir. Adaletin olmadığı yerde devlet kurumları teker teker yıkılır. Yargı bağımsızlığının olmadığı, yasaların ve hukukun kişilerin çıkarına göre hareket ettiği yerlerde insanlar yavaş yavaş adalet kavramını yitirir. Adalet kavramını yitirip kanunlar aracılığı ile adaletin sağlanamadığını düşünen insanlar bir süre gelir der ki “Ben de kendi adaletimi uygulayayım!”. Bunun sonu iç karışıklık, ırk/mezhep savaşlarıdır anarşidir..

1463868_940x531.jpg

Ne diyor YSK başkanı?

“Ben uygulamıyorum kanunu” diyor yani basitçe. Ne diyor savunanlar? “Eğer kanunsuzluk varsa mahkemeye git itiraz et” diyor. Biliyor ki mahkemelerde de kanunsuzluk var. Bunu duyunca yıllar evvel başörtülü kız öğrencilerine yapılanlar aklıma geliyor yeniden.

Oldukça açık kanunsuz bu harekete bile yapılan yanlış diyemeyecek insanların önümüzde ki süreçte milleti kucaklayacağı saçmalığına inanmamız mümkün mü?

Tayyip Erdoğan’ın yakınları bile değil hükümet içlerinde birisi de değil yaşadığınız şehirde hükümete yakın bir delifişek genç size kızıp kurşun yağdırsa adil bir şekilde ceza alacak mı?

Başkanlık sistemi miymiş parlamenter sistem miymiş?

Asıl sorulması gereken soru; Adil bir yönetim sergileyecek misin sergilemeyecek misin?

Bu gün satın alır, baskı uygular veya tehditle gözünü korkutur birilerini sindirip kanunları çiğnersin. Belki yargılanmadan da ölürsün gidersin hacı bilemiyorum. Bunları geçmişte sana yapılmıştır, bugün bana yapılır yarın devran döner sana yine yapılır bu böyledir güzel arkadaşım.

Ölünce ne diyeceksin ahirette? Vicdanın rahat olacak mı? Sen bu kanunsuzlukları, hukuksuzlukları, baskıyı görmeyen milyonlar size diyorum. Ne hesap vereceksiniz huzura çıkınca? Bol bol iftar açtım, namaza durdum derken sana sormayacaklar mı sanıyorsun yaptığın kanunsuzlukları, yediğin kul haklarını? Sormayacaklar mı sanıyorsun bunlar olurken niçin sesini çıkartmadın diye?

Tıpkı “ahhh neler neler yaptılaağğrr” diyerek haklı olduğunuz bazı konularda ki gibi benzer şeyler size söylenmeyecek mi? İntikam alınmayacak mı? Niçin yapıyorsunuz niçin düzeltemiyoruz bazı şeyleri?

İnanın bazı cevapları bende bilmiyorum. Belki de adalet kavramı böyle böyle mücadelelerden ders alınarak oluşmuştur diyorum kendi kendime. Umarım öyledir ve ders alınır diyeceğim de pek ümidim yok bazı şeylerin değişeceğine. Belki bir sonraki kuşak bilemiyorum.

Haydi kalın sağlıcakla dostça..

Not: YSK başkanı Sadi Güven’de çok ton ton sevimli bir adammış. Yapma amcacım böyle ton tonluğa devam et.

Mış Gibi

“Ben bu hukuksuzlukla yaşayamam. Belki benim ölümüm benim durumumda olanların aydınlığa çıkmalarına vesile olur. İçim buruk. Bana bu oyunu oynayanlara ve sahip çıkmayanlara kırgınım. O deliğe bir daha dönmektense mezara girmeyi tercih ederim. Bu şekilde ölmeyi hiç istemezdim. Böyle bir ölüme en çok karşı çıkan insanlardan biri de benim. Ama kader böyleymiş. Hepiniz hakkınızı helal edin. Beni rahmetli babamın yanına gömün…

Gökçen’im, canım kızım derslerine çok iyi çalış. İyi çalış ve önemli yerlere gel ki, benim hesabımı sorabilesin!

Şunu bilin ki, en küçük suçu ve günahı olmayan ben, bu yapılan hukuksuzluğa isyan ve bu karanlığa bir nebze ışık olabilmek için hayatıma son veriyorum…”

Ergenekon davasında tutuklanan Yarbay Ali Tatar’ın iftiraları onuruna yediremeyip intihar etmeden önce ailesine son yazdığı mektup…

Ne demişti Sabah gazetesi yazarı Engin Ardıç o döndemde gururuna yediremeyip intihar eden komutanlar için?

“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?

Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor, tahtakuruları nereye?

Kedisiz evlerde fareler vardır, kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler… Galiba koku aldınız, kedi geliyor, koca fareler nereye?

Dul anaların haylaz çocukları vardır, sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp eskiciye satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar… Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye?

Ayılanlar bayılanlar, merdivenden kayanlar, yurt içinde ya da yurt dışında kalbi sıkışanlar, mermiye kafa atanlar…

Efendiler, hesabı ödemeden nereye?”

Bu ölümleri unutmayın arkadaşlar. Bazı tahta kuruları daha doğrusu kenelerinde yargı önünde hesap vereceği günler gelecektir.

Bizde soracağız o zaman gelince;

Nereye Engin? diye..

Demokratik Hukuk Devleti

Bu sabah internetin ve telefon hatlarının kapalı olmasından dolayı oldukça gergin bir gün başlangıcı gerçidim. Malum Laik Demokratik Hukuk ilkelerine bağlı Cumhuriyet muhtemelen böyle bir şekilde yıkılacağından “acaba şimdi mi?” diye düşündüm. Elbette hükümetin ve devletin bu kadar karışık bir ortamda böyle bir girişime girmesinin sırası olmadığına daha fazla kanaat getirerek “bakalım neler olmuş” diyerek etrafı soruşturdum.

Bazı arkadaşlarım “İnternet çalışmıyor DNS değiştirdim olmuyor” tarzı cümlelerinden beni telekom bilgi işlem merkezi zannetmelerini kınıyorum. Artık DNS ile girme dönemlerinin de sonlarındayız zaten. Fazla kalmadı az dayanın derim.

Neyse meğerse gündem gece alınan HDP vekilleriyle ilgiliymiş ve elbette patlayan bombalar falan varmış. Ölen askerlere ve patlamada parçalananlara Allah’tan rahmet dilerken yapılacak bir şey olmadığını, her orta doğu ülkesi gibi bunun da hemen ertesi günü unutulacağını söylerek taziyelerimi bildireyim. Ben tutuklanan milletvekilleri ile ilgili görüşümü bildirmek istiyorum.

Malum peşinen çıktığım ve görüştüğüm bir çok arkadaşım olayı çok normal karşılayıp tutuklanmayı hakettiklerini dile getirdiler. Zaten ülke geneli olarak kah gelen şehit haberleri kah patlayan bombalar dolayısıyla biriken bir sinir olduğundan bu da son derece normal karşılanacak bir şeydir. Fakat yapılan bu tutuklamalar kesinlikle yanlıştır ve demokratik hukuk sistemine aykırıdır! Elbetteki bu PKK terör örgüte destek vermek demek değildir. Açılayalım;

Demokratik Hukuk Devleti nedir? Nasıl olmalıdır?

Demokratik hukuk devletlerinde toplum bireylerini oluşturulan kanunlar korur. Kanunlar belli hukuksal düzenlemeler ile evrensel değerlerden destek alarak mecliste yaratılır. Kanun yapıcıları ise halk demokratik ve tam bağımsız bir seçim ile toplumda yaşayan insanlar seçer. Seçilmiş kişiler bazı demokratik hukuk toplumlarında “Kürsü Dokunulmazlığı” hakkı dolayısıyla dokonulmazlık alırlar ve istediklerini kürsüden söyler ve tartışırlar. Ülkemizde de bu dokunulmazlık hakkı çok daha ileri boyutlarda (yolsuzluk, torpil, fesat, terör vb.) dahil olmak üzere gözardı edilerek bir zırh gibi kuşanılır.

Peki demokratik hukuk sistemlerinde dokunulmazlığa sahip olan kişi istediğini yapabilir mi? Elbette yapamaz. Bu yine seçilen kişiler veya sistemin denetimiyle (bağımsız bir üst yargı veya senato) ile denetlenebilir, soruşturma açılabilir veya dokunulmazlığı bireysel olarak kaldırılabilir.

Siyasi tarihimizde bir çok parti mensubu çeşitli bahaneler ile dokonulmazlığı kaldırılmış veya partisi mahkemelerce kapatılmıştır. Bunun haklılığı veya haksızlığı veyahutta sebepleri konumuz değil. Bunları toplum değerlendirir ve kararını yine demokratik seçimler ile belirler.

Bahsettiğimiz üle sistemimiz bir çok demokrasi katliamına seyirci olmuş, ideolojik ve çıkar uğruna bir çok kişi siyasetten keyfi olarak uzaklaştırılmış veya partisi kapatılmıştır. Bunlar genel anlamda darbeler içinde olduğu gibi siyaset içinde de gerçeleştirilmiştir.

Örneğin yüksek oy potansiyeli olan Erbekan ve partisi iktidarda etkili olduğu vakit bir dönem sürekli “Bunlar şeriatçı Atatürk düşmanı efendim” diye karalanıp partilerine baskı yapılmış veya kapatılmıştır. Amaç ne Atatürk’ün korunması ve demokrasinin bekçiliğidir. Amaç siyasi oyları kendi merkezinde toplamaktır. Keza yer yer Ecevit’te komünizmle suçlanmış ve bunlarla mücadele etmiştir veya işte sol paritlerden de kapatılanlar olmuştur.

Neyse uzatmayalım. Bu anti demokratik siyasi yaklaşım ve kapatmalar bile oluşturulan Demokratik Hukuk sisteminde “yasalar aracılığı” ile yapılmış şeylerdir.

Demokratik Hukuk Devletlerinde seçimle meclise gönderilen kişiler hiçbir yargı kararı olmadan üstelik dokunulmazlıkları varken apartopar gözaltına alınması kabul edilemez bir davranıştır.

Vatan Hainlerini Mecliste Besleyelim Mi?

Bir kere vatan haini kavramı salt terörizm desteği ve fikir beyanı ile açıklanabilecek bir kavram değildir. Devlet malını çalan, devletin kurumlarını ele geçirip kuvvetler ayrılığını yıkarak yargı, eğitim, asker, polis, meclis, cumhurbaşkanlığı sistemini kendi tekeline bağlayanlar/bağlamak isteyenler, kendi çıkarları doğrultusunda ikili anlaşmalarla ülke geleceğini satan, iktisadi yapısını yabancı sermayeye peşkeş çeken, kendi kafasına göre hukuksuz tutuklamalar ve işkenceler yapanlar da vatan hainidir!

Vatan haini diyerek hukuksuz bir şekilde tutuklanan kişiler 10 yıl evvelde, dünde bugünde teröristler ile ilişkiler içerisinde olan kişilerdir. Bunlar yeni ortaya çıkmış gibi birden saldırmanın ve tutuklamanın amacı nedir?

Amaç teröristler ile iş birliği ise bu adamlar yıllardır mecliste değiller midir?

Keza amaç vatan hainlerinin temizlenmesi ise o mecliste adam kalır mı?

Yapılan bu tutuklamalar (terör eylemlerine destek olan vekiller tutuklansa da) demokratik hukuk devletini hiçe saymaktır. Hiç bir kurum veya oluşum seçimle oraya gönderen vekilleri şu andaki yasalar çerçevesinde tutuklayamaz (Gerekirse dokunulmazlığını kaldırıp yargılar).

Türkiye tam olarak bir guguk kuşu devleti haline gelmiştir. Teröre destek olan parti mensuplarının alınması sevindirici olduğu kadar hukuk adına düşündürücü ve üzücüdür. AKP hükümeti yıllardır yarattığı ve beceremediği devlet-cemaat yapılanması ve devlet-PKK anlaşmasını eline yüzüne bulaştırmış, ülkede zaten az olan adalet güvencesini sıfırın altına indirmeyi başarmıştır.

Çekincem yarın meclise gönderilen diğer parti vekillerinin de benzer şekillerde tutuklanması ve meclisin artık içi boş bir arı kovanı haline getirilmesidir.

Bizi bekleyen en büyük tehlike birilerinin silahlanması ve askerle çatışması değildir. En büyük tehlike bağımsız devlet kurumlarının yıkılması ve adalet sisteminin çökmesi sonucu bir iç savaşın kapımızda olmasıdır.

Demokratik Hukuk Devleti bu iç savaşın engelleyicisidir. Kendi keyfi hukuk sistemlerini kuranların dönüp orta doğu devletlerine bakmaları yeterlidir.

Saygılarımla..

HSYK Diyoruz

Aslında bir önceki yazıyı bağlayıp konuyu kapatacaktım ama yazı uzadı HSYK ya gelinceye kadar çok şey yazdık. Bu sebeple asıl meseleye ve yorumlarımızı dile getiremedik. İlk önce HSYK nedir bunu bilmekte bir yarar var. Gerçi yapısı ve oluşumuyla ilgili gerekli bilgileri kendi sitelerinden vermişler. Kısaca özetlersek işte davalara bakan hakim ve savcı atamalarının yerlerini belirlemek, gerek görülürse değiştirmek ve incelemek üzerine kurulmuş bir yapı. Yani yargı bağımsızlığını sağlayacak en temel kurumlardan bir tanesi.

Hafızamız balık olduğundan anasını satayım şöyle 4 yıl evvele gidelim 3 yılda olabilir neyse referandum zamanında işte bu HSYK yapısı değiştirildi arkadaşlar. Zamanında birçok referandum maddesi gibi bu madde kanunları da tartışıldı. 2010 yılında HSYK değişikliğiyle ilgili bu görüşmelerden değişik beyin fırtınaları ortaya çıktı. Hükümet “bu yapı belli bir zümreye ayrıcalık tanımakta, savcı hakim atamalarında tarafsızlığa gölge düşürdüğü gibi HSYK üye seçimlerinde de haksızlıklar yapılmaktadır. Yeni sistem ile HSYK üyelerini yargı çalışanları kendileri oy kullanarak seçecekler ve böylece demokratik yapı kuvvetlendirilecektir” demişti. Muhalefet kanadı ise bu seçime kuşkuyla yaklaşmış, HSYK başkanı olarak adalet bakanının yoksa müsteşarının atanmasına tepki göstermişti.

Ne olduğu malum. Referandum sonrası kabul edilen torba yasalar ile (torba yasa saçmalığını da konuşuruz bir ara) HSYK kanunu çıkarılarak yapısı değiştirildi. Her ne kadar toplantılara direkt katılamasa da başkan olarak adalet bakanının orada ne işi olduğu haliyle eleştirilmişti gerçi halada eleştiriliyordu. Bu söylediklerim bu son olaylardan önceki meseleler ha karıştırmayın. Tabi ortada ilginç bir durum da var. HSYK başkanı gündem maddelerini değerlendirip belirliyor mesela!! Yoksa müsteşarı belirliyor, yoksa toplanıyorlar ama karar alamıyorlar iyi mi 🙂 Tabi artıları da var. Mesela artık seçimle kendileri belirliyor birçok üyeyi yargı mensupları. Ve başkan birçok atama değiştirmeye falan direkt olarak karışamıyor. Yani öyleydi öyle zannediyorduk.

Güzel günlere ulaşacağımız, yeni bir demokrasiye araçlarımızı duble yollardan sürerek gideceğimiz hükümet tarafından dile getirilirken muhalefet ve bazı medya yazarları bir uyarıyı dile getirdiler o zaman. Dediler ki “ya bu HSYK üyelerini biz oylar ile belirleyeceğiz ama cemaatin yapılaşması var bu kurumda. İlerde hatta şimdi bile bu seçim sisteminde HSYK tarafsızlığını tümden yitirebilir” ve dediler ki “adalet bakanının yetkileri sınırlandırılmış gözükse de gündem maddesi bakan tarafından belirlendiğini ve bakan veya müsteşarı olmadan karar alınamayacağını söylemek gerekir. Bu yapı demokratik hukuk devletini tam olarak özümseyememiş ülkelerde tehlikelidir”. Elbette hükümetimiz yine madalyonun öbür yüzlerini göstererek “e ama İsveçte’de böyle bakın Fransada’da şöyle” vs. diyerek benzin zammı açıklaması gibi bizi yine kandırdığını zannediyordu.

Ulan İsveç’te öylede İsveç’te yargının içine sızan cemaat yapılanması mı var? Fransa’da başbakan çıkıp “efendim biz yasa çıkaracağız ama anayasa mahkemesi engelliyor zihniyetleri farklı” diye açıklama mı yapıyor? Orada belli şeyleri aşmışlar artık. İnsanların korktukları şey yargı bağımsızlığının bizim gibi gücü ele geçiren kesim tarafından işgal edilmesi, kontrol edilmesidir. Bu sebeple bazı avrupa yargı organları ve AB, adalet bakanımızın bu yapı içerisinde bulunmasına sıcak bakmamışlardır. AB her uyum sürecinde bunu dile getiriyor zaten.

Yani İsveç’i çıkarın arkadaşlar kafanızdan aha yukarıya bakın yani bir İsveç ile biz bir miyiz? Elbette bunları konuştuk biz geçti gitti dedik ya. Tarihler 17 aralık 2013 gösterince yolsuzluk dosyaları birden ortaya saçılıverdi. Başbakan “dün akşam uyuduğumda bir şey yoktu sabahleyin bir kaşıntıyla uyandım baktım ki mantarmış” diyerek birden ülke içine gizlenmiş bu yargı polis yapılanmasından bahsetmeye başladı. Ülkemizin geldiği bu ileri demokratik durumdan nasıl bir sonuç çıkarılabilir ki arkadaşlar?

Bir yanda ciddi demokratik sorunları olan, din sömürücüsü ve kapitalist bir liderin belkide muhtemel yolsuzluk dosyalarını silme çabasını görürken, diğer yanda ise demokratik hukuk devletinin temel direkleri olan yargı ve polis içerisinde yapılanmış, geçmiş dönemde Atatürk ve cumhuriyet ile sıkıntıları olduğu bilinen Gülen cemaat örgütünün belkide muhtemel sahte dava ve delillerini ortaya dökme çabasını görüyoruz. Bu olaylar tam anlamıyla bir rezaleti ve artık dibe vurmuşluğu gözlerimizin önüne seriyor.

Ve anlıyoruz ki bu olaylar neticesinde geçmişte kulislerde konuşulan “cemaat yargının içinde abi” lafımızın ciddi elle tutulur tarafı var artık ve bas bas bağırıyor. İlk önce bunun üstünde duralım. Demokratik hukuk devletinin temeli yargı bağımsızlığı ve özgürlüğüne dayanmaktadır. Vatandaşlarını özgürce yargılayamayan, yeterli cezaları veremeyen ve hükümetin veya herhangi bir oluşumun güdümüne girmiş olan yargı/polis kurumu adalet mekanizmasını hakkaniyetiyle yerine getiremez. Gerçek ve adil yargılamayı sağlayamayan devlet saygısını yitirir. Sonuçta insanlar adalet duygularını yitirerek kendi hukuk ve değer yargılarını insanlara dayatmaya başlarlar. Karışıklıklar, haksızlıklar ve boşa harcanmış suçsuz binlerce belki insan bu adaletsiz yargılanmaların kurbanlarıdır. Bu sebeple devlet içerisinde hangi kesime hitap ederse etsin bir tarafı destekleyen, kayıran ve ona ayrıcalıklar veren yargı sistemi kabul edilemez. Bu devlet dibine yerleştirilen bombadır unutmayın. Diğer yanda ise tahminimiz üzerine cemaatin yargı ve polis içerisindeki yapılanmasına ses çıkartmayan bir hükümet karşımızda duruyor bunu da söyleyebiliriz. Kendileriyle anlaşamayınca yapılan saldırıları “yalan, komplo, faiz lobisi” söylemleri hiç inandırıcı değil. Ortaya atılan bu yolsuzluk haberlerinin bir kısmı bana göre muhtemelen doğru olmalı. Elbette milyon dolarların döndüğü bu pazardan payını alacak olan vekiller, bakanlar, müdürler olacaktır. Ama davanın boyutları sanki Ergenekon veya Balyoz davaları gibi herkese özellikle çamur atmaya yönelik işaretlerle dolu. Bunu daha öncede görmüştük ve bu iftiraların belkide acısını hükümet şimdi çekmekte sanırım. Akıllanmışlar mıdır peki? Sanmıyorum…

Peki bu yargıdaki oluşum neden yaratıldı? Bir yapı neden oluşturuldu? Önceki cümlelerde söylediğimiz gibi sebebi demokratik olmayan yapımızdan dolayı mevcut iktidarların kontrol mekanizmalarını kullanma istekleri. İşte “HSYK seçimleri oy ile olsun” denilip peşinden “ama adalet bakanı da başkanı olsun” denmesinin sebebi bu! Kontrol etme isteği hafiften. Zaten cemaat ile beraber hareket ettikleri için yargıda ve poliste yapılanmayı kabul ettiler. Zamanla düzelir diye düşündüler daha doğrusu eskilerden zamanla kurtuluruz dediler zaten öylede olacaktı son olaylara kadar.

Tabi bu davalar ile beraber soruşturmaya inanılmaz bir müdahele geldi hükümetten. Görevden alınan polis emniyet müdürleri, savcılar falan derken işin açıkçası bku çıktı. Ne yargı kaldı ortada, ne bağımsızlık. Hükümetin yargıda yapılanma söyleminden sonra bunları yapması son derece doğaldı. Lakin bu hukuksuz görev yeri değişikliklerine HSYK toplanıp bir bildiri yayınladı. Özeti de okunabilir. Buna hükümetin cevabı sert oldu haliyle. Adabazarında verdiği gaz ile coştukça coşan başbakanımız HSYK hakkında bizim okuldan suç duyurusunda! bulundu. Bülent ARINÇ yine sırıtarak “yapılan bu açıklama yargıya müdehaledir ve hukuksuzdur” dedi.

Son olayları biraz daha ayrıntıladım ki atlamayalım hiç bir şeyi. Bu açıklamada hükümet HSYK’nın hukuksuz bir şekilde bildiri yayınlamasının yargıya müdahele olduğunu söylüyordu haklı olarak. Haklılar, çünkü HSYK başkanı veya müsteşarı onaylamadan bu bildiriyi yayınlayamıyorlar veya karar alamıyorlar gündem belirleyemiyorlar adamlar. İşte bu hukuksuzluğu protesto ediyor bazı avukatlarda ülkemizde.

Sormak lazım elbette o açıklamayı yapan avukat arkadaşa; “Arkadaşım haklısın HSYK başkan olmadan bir karar alıp bildiri yayınlayamaz bu kanuna aykırıdır. Lakin HSYK başkanı adalet bakanı değil midir? Adalet bakanının ne işi var HSYK’nın başında? Hükümete yöneltilen bir yolsuzluk suçlamasından sonra adalet bakanının bunları bilerek katılmadığı toplantı sonrası bu adamlar bir karar alamayacaklar mı yani? Bu saçma değil mi güzel kardeşim? AB uyum yasalarında her seferinde bu durum dile getirilmiyor mu?” diye. Soran yok tabi bunu bik bik konuşuyorlar neyi protesto ediyorlar ise. Ulan savcı, hakim atamalarıyla ilgili son tekliflerin ne hukuk ile ne adalet ile bir ilgisi yok bir kişi protesto etmiyor, HSYK başkanının katılmadığı toplantıda karar alınca yargıya müdahele etti diyerek protesto ediyor. Ne ayaksınız olm siz?

Tabi son HSYK yapı değişikliği taslağı artık işlerin garip bir hal aldığının göstergesi olmaya başladı. Hemen söyleyelim bu yapı değişikliği normal bir yapı değişikliği değildir. Dikkat! Bu değişikliğin özü kısaca “biz istediğimizi HSYK ya seçeriz, istediğimizi istediğimiz gibi atarız, istediğimiz adamı savcı atarız istersek görevden alırız kralız lan biz” dir. Aklı mantığı olan bir insanın bu değişikliği kabul etmesi zaten beklenemez. Kabul edenler siz ayrılın arkadaşım sizin olayınız farklı muhtemelen sizin demokrasiyle hakla işiniz yok hadi anam.

Fakat insanların yakalayamadığı bir şey var. 10 ocak 2014 günü HSYK başkanvekili Ahmet HAMSİCİ bu durum ile ilgili açıklama yaptı. Bizim şerefsiz basın bir kelimesini bile konuşmadı bu kadar satılmış uyuşuk ibne medya ben hayatımda görmedim. Adamı dinlerseniz benim düşündüklerimi söyledi ki bu durum benim müdür oluşumdan kaynaklanıyor olabilir. İşte adalet lazım, yapı değişikliği kabul edilemez ve anayasaya aykırıdır vs. Ama sonda bir şey söylüyor beyler bayanlar. Yazayım;

“Teklif kanunlaşır ve yürürlüğe girerse HSYK’nın tüm çalışanlarının görevi sona erer. Üyelerin dairelerdeki görevleri iptal olur. Bakan 2-3 gün içinde yeni Kanuna göre atama, tayin, seçme gibi yetkilerini kullanarak kurulu yeniden dizayn eder. Bu arada kanun Anayasa Mahkemesine götürülür. Anayasa Mahkemesi kısa süre içinde yürütmeyi durdurma verebilir ve ardından da iptal edebilir. Ancak bunun bir anlamı olmaz. Zira iptal sonrası eski kanun hükmü yürürlükten kaldırıldığı için uygulanamaz. Yeni kanun hükmü de iptal edilmiştir. İptal edildiği gün itibariyle yeni kurulan yapı ise o şekliyle kalır. Ta ki yeni bir kanunla düzenleme yapılıncaya kadar. İktidar Partisi de bu düzenlemenin anayasaya aykırılığını ve sonuçlarını bilerek bu düzenlemeyi yapmak istemektedir.”

Gördüğünüz gibi hükümetimizin amacı mevcut yapıyı bu şekilde değiştirmek değildir. Zaten bunun anayasa mahkemesi tarafından iptal edileceğini biliyor badem bıyıklılar. Amaçları mevcut HSYK kadrosunu komple değiştirerek tümden kendi ekibini oraya monte etmektir. Bu sayede “gelsin savcı gitsin avcı” dönemine girerek hem “efendim referandum ile halkımızın oylarıyla belirlenen HSYK seçimlerinin sandık ile yapılmasını sağlamıştık. Sonradan yeni kanun teklifini oluşturduk ama anayasa mahkemesi kabul etmedi. Bizde geri adım atıyoruz demokrasinin gereği budur ehehe” diyerek millete yalan söyleyecekler, hemde bu yapıyı sahte bir kanun teklifiyle değiştirerek yargı bürolarında cirit açacaklardır. Bu şerefsizliğin, ahlaksızlığın, tükenmişliğin artık doruk noktasıdır ve gelinen nokta bizim için hiç iç açıcı değildir.

Kabul edelim yargı ve polis içerisinde yapılanmış cemaat grupları kesinlikle temizlenmelidir. Lakin bunun kullanılarak komple yargı denetiminin iktidar tarafından ele geçirilmesinin de önüne geçilmelidir. Demokratik hukuk devletinin ayakta kalması için bazı ayakları bağımsız olabildiği kadar bağımsız olmalıdır. Bu ayaklar çeşit çeşittir. Cumhurbaşkanlığıdır, bakanlıklardır, meclistir, ordudur, polistir, yargıdır, YÖK’tür, medyadır vs. Mevcut toplum yapımız ve insanımız demokrasiyi bilmediği ve onu “ben kazandım seçimi artık benim dediğim olacak ne güzel ekerekeke” diye algıladığı için  iktidara gelen parti bu ayakları ele geçirmeye çalışır. Tarihte hep böyle olmuştur şimdi de böyledir. Bu iktidarların amaçları demokrasiyi kuvvetlendirmek özgürlüğü serbest bırakmak değildir. Amaçları bu devlet mekanizmalarını kullanarak gücü ellerinde tutmak, alttakini ezmek, yeri gelirse bu gücün içinde ballı kaymağı da götürmektir.

Şimdi bu yapıda mevcut iktidarımızın durumuna bakarsak ellerinde olmayan gücün sadece yargı ve polis birimleri olduğu anlaşılmaktadır. Bu yapıları dolaylı yoldan yani cemaat eliyle kontrol eden hükümetimiz artık neden olduğu bilinmez bir çatışmayla birbirlerine savaş açmışlardır. Peki kim kazanacak? Dedik ya kazanan olmayacak işte yine bizim mal insanımız kaybedecek afedersiniz. Ben böyle deyince alınıyor bazı arkadaşlar ciddi ciddi. Sen iki kitap okumayacaksın, kapitalizmi bilmeyeceksin, dünyanın sermaye piyasasından haberin olmayacak, bilgi birikimin internetten kopyala yapıştır şeklinde olacak ondan sonra “efendim ben mal değilim bana saygı duyacaksın”. Duymuyorum arkadaşım kusura bakma. Sen domatesi çiftçi kaça satıyor bilmiyorsun, tarım ne halde, dış borç ne halde haberin yok. Başbakan diyor ki “faiz lobisinin oyunları halkbanka saldırı bunlar” falan. Ulan borsada şirketimiz mi var bizim? Halk bankası fonları kimin elinde bizim elimizde mi? Bankalar ve borsa yabancı şirketlerin elinde ey bre cahil insan. Artık eskisi gibi değil işler. Ekonomik darbeyi bu şirketlerde yiyor hatta asıl onlar yiyor! Hala yok faiz lobisi yok yabancı bilmemnesi. Madem çok şikayetçisiniz faiz lobisinden borç almayın. Adamlardan her yıl milyarlarca dolar borç alıyorsunuz.

Neyse lafı uzattım yine sinirlendim bak. Efendim gidişat cemaat kazanırsa da hükümet kazanırsa da iyi değil. Cemaat kazanırsa yargı içerisindeki bomba yaşamaya devam edecek. Hükümet kazanırsa, hükümete soruşturma açan adamı hükümetin adamları belirleyecek. Medyası suskun, üniversitesi suskun, cumhuru suskun, polisi suskun ve yargısı suskun bir ülke olacağız. Bunun adı demokratik hukuk devleti değildir ve bu yapıdan gittikçe uzaklaştığımızın işaretlerini almaktayız ama sınırdayız sanki artık. Yani yarın uyansak televizyonu açsak başbakan “artık ülkede demokrasiyi kaldırıyorum benim tek adam” dese normal karşılayacak vaziyete gelmişiz o denli yani. Devam ederiz estikçe yazmaya bakıyorum 5 saatte yazmışım bunları kolay değil saygı duyun bana…