Mustafa Celalettin Paşa’nın Eski ve Modern Türkler isimli eserini yaz sonu gibi bitirmiştim. Yayınlamaya daha doğrusu yazmaya üşendiğimden anlatmak kısmet olmadı.
Efendim Mustafa Celalettin Paşa 1826 yılında Polonya’da dünyaya geliyor. Genç yaşına denk gelen 1848 Avrupa Devrimi ile berber (Bknz.Modern Fransa Tarihi) Polonya’nın bağımsızlığı için mücadele etti. Tarihe Şubat Devrimi olarak geçen bu büyük ayaklanmalar ne yazık ki burjuva sınıfının ihaneti sebebiyle sonuca ulaşamadı. Bu ayaklanmaların en ön safında yer alan sanatçılar, zanaatkarlar, eğitimli kişiler ülkelerden sürgün edildi. Çoğu yeni bir yaşam umudu için ABD’ye göç ederken bunlardan bazıları ise Osmanlı Devleti tarafından sahiplenilecekti. Osmanlı değişen dünya dengelerinde nispeten kaliteli kişileri bünyesine katmış ve artık bariz bir şekilde gerisinde kaldığı Avrupa’nın yanında olduğunu kanıtlamak için uğraş verecektir. Kaçan devrimcileri bünyesine katan ve iade etmeyen Osmanlı Devleti’ne sığınan kişilerden bir tanesi de Konstanty Borzecki olacaktır.
Osmanlı ordusuna yüzbaşı olarak kabul edilen komutanımız kısa bir süre sonra Müslümanlığı da kabul edip Mustafa Celalettin ismini alacaktır. Yeni vatanını canı pahasına savunan Konstanty 1875 yılında Karadağ’da ağır bir şekilde yaralanıp 1876 yılında yani 50 yaşındayken vefat etti. Peki bu adamı tarihimizde önemli kılan şey neydi?
Mustafa Celalettin Paşa yaşamı boyunca tarihe ve bilime meraklı bir insandı. Vatanı bildiği ve dini ile beraber sahiplendiği Türklük düşüncesinin geçmişini araştırmaya koyuldu. Türklük, Türkçülük ve Türk Dili ile ilgili yoğun araştırmalar yaptıktan sonra 1869 yılında size anlattığım kitabı yani “Eski ve Modern Türkler” eserini İstanbul’da, peşinden Paris’te Fransızca olarak yayınladı. Eseri oldukça ses getirdi ve kapış kapış tükendi.
Kitap temel olarak Avrupa insanına Türklük olarak kast edilen kültürü, dili ve yaşantısını anlatarak aslında Türk denilen şeyin Avrupa toplumunun bir parçası olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Avrupa toplumu olarak barbar görülen Türklerin aslında medeniyetin temel unsurlarından bir parça barındırdığını göz önüne sermeye çalıştı.
Ayrıca kitapta niçin ekonomik anlamda geri kalındığı ile ilgili geniş anlatım ve tavsiyeler bulunurken, sanayileşme devrini kaçıran ülkenin bizzat Avrupa devletleri tarafından sömürüldüğünü anlatarak neler yapılması gerektiğinden bahis açıyor. Özellikle askerlikten muaf olan Hristiyan tebaanın Müslüman halka nazaran daha iyi durumda olduğunu ve iş kollarını ele geçirdiğini de özellikle ekliyor. Artık şehirlerdeki zengin ticareti kaybeden Türklerin vasat şehir işlerinde yaşamaya çalıştığını veya köy/yaylalarda hayvancılık yaptığını artık toplumdan dışlandığını anlatıyor. Bu dışlanma ile ilgili başka bir yazımda görüşlerimi belirtmiştim. Osmanlı Devleti özellikle 1500 yılı sonrası Türk Devleti özelliğini kaybedecek, Tanzimat ile beraber Hristiyan unsurlar hem yönetim hem ticari boyutta imparatorluğu ele geçirecektir. Saray kademelerinde bir tek Türk asıllı adam kalmaz iken Türk Müslümanlar barışta vergi veren savaşta askere alınıp ölen kölelere dönüşecektir. Bu durum o denli acı ve göz önündedir ki aslen Polonyalı olan Mustafa Celalettin Paşa bile duruma isyan etmiştir.
Belirttiği en önemli şey; Avrupa Toplumunun Osmanlı Devletini içindeki Hristiyan tebaa ile beraber soyduğu, asıl Türk olan unsurları aşağıladığı ve dışladığıdır. Yine dilde yabancı unsurlar dolayısıyla anlaşmanın zorluğundan ve dilde sadeleşmenin öneminden de bahsetmiştir.
Nazım Hikmet
Ünlü şairimiz Nazım Hikmet ülkeden kaçıp daha sonra vatandaşlıktan çıkartılınca Polonya vatandaşlığına geçmiştir. Niçin Polonya? Evet Mustafa Celalettin Paşa, Nazım Hikmet’in büyük dedesidir efendim.
Türklüğü dünyaya anlatarak kıyasıya savunan büyük dedesi unutulmuş sonradan Nazım Hikmet vatan haini denilerek ülkeden kovulmuştur. Kim bilir belki de isyancı genlerini büyük dedesinden almıştır Nazım Hikmet?
Lehistan Mektubu
Sevgilim, gonca gülüm
başladı lehistan ovasında yolculuğum:
küçücük bir çocuğum,
bakıyorum ilk resimli kitabıma;
küçücük bir çocuğum,
sevinçler içinde hayretler içinde;
küçücük bir çocuğum,
bakıyorum ilk resimli kitabıma,
insanları, hayvanları, eşyaları
daha renkli, daha güzel
yeni baştan keşfedecek
Lehistan ovasında bahar.
ışığında şahin olup uçasın gelir,
deresinde sazan olup yüzesin gelir,
yeşili çiğ çiğ yiyesin gelir.
Bir bizim oraların baharları böyledir:
sesin var mı, yok mu, bakmaz
zorla türkü söyletir
uykunda bile yakanı bırakmaz
girer, düşüne girer
güneşlerle yüklü dallar…
Lehistan ovasında bahar, bahar, bahar.
Sevgilim, gonca gülüm, ah gonca gülüm
sokmak için fırsat kolluyor ölüm
çöreklenmiş sol memenin altında;
rezillik olurdu, zulüm mü, zulüm
ayrılmak dünyadan bahar vaktinde.
Sevgilim, dayı kızım, Memed’imin anası,
dedelerimizden biri
1848 polonya muhaciri.
Belki o güzel Varşovalı kadına, senin
ikizmiş gibi benzeyişin bundandır.
belki ben bu yüzden böyle sarı bıyıklı,
böyle uzun boyluyum,
oğlumuzun gözleri böyle kuzey mavisi.
Belki de bu yüzden bu ova bana
bizim ovaları hatırlatıyor,
yahud da bu yüzden bu leh türküsü,
içimde, derinde, yarı aydınlık
uyuyan bir suyu kımıldatıyor.
Lehistan’dan gelmiş dedelerimizden biri,
gözlerinde karanlığı yenilginin,
saçları al kana boyalı.
Uykusuz geceleri Borjenski’nin
benimkine benzer olmalı.
Tıpkı benim gibi o da
çok uzaklarda kalan bir ağacın altında
unutmuş olabilir uykusunu.
Onu da benim gibi deli etmiştir, deli,
her solukta alıp ta memleket kokusunu
memleketi bir daha görmemek ihtimali.
Sevgilim
nerde,ne zaman hürriyet dövüşmüş de
ön safında polonyalı bulunmamış?
Bir zenci türküsü olacak,
harlem’de söylenen bir türkü.
Kederli biraz,umutsuz değil,
karanlik gibi yumuşak.
Eminim, bir zenci türküsü olacak,
Harlem‘de söylenen bir türkü.
Usullacık, usullacık okur onu anneler,
çocuklar uykuya korkusuz varır:
Kapının önünde dolaşmaktadır
Savannah’ta zenciler için ölen
ak kanatlı
Polonyali atlı
Pulavski Kazimir.
Millletlerin baharıydı.
Uzak kayalıklarda açan çiçeklerin
ışıklı balıydı hürriyet,
milletler arıydı
milletlerin baharıydı
bahardı,bir tanem
büyük bir bahar.
Yürüdü Macar ordusunun önünde
öfkeli ufacık bir ihtiyar,
Lehistan’in en yeşil dalı General Bem…
Paris’e gidebilsem, dayı kızı, Paris’e gidebilsem,
yağmur yağsa o gün öğleden önce
öğleden sonra açsa güneş.
Kızıl bir bayrak gibi inse akşam
Varşova’dan getirdiğim beyaz gülü
Dombrovski Vroslav’ın kabrine koysam.
Biliyorsun, gülüm
en kutsal umudumuzun ağacı
Lenin’in memleketinde dikildi.
Fidandı henüz.
Karlı gecelerde onu bekledi
elleriyle ısıtarak sabahlara dek
büyük çekist cercinski felisk
yetmiş yedi milletin kanı
karışıp İspanyol kanıyla
aktı İspanya toprağına
dedim ya, dayı kızı, dedim ya
nerde, ne zaman hürriyet dövüşmüş de
ön safında Polonyalı bulunmamış?
Öyle şey olmaz.
Dövüştü sarı, genç aslanlar gibi Valter (Sverçevski)
Saragossa’da o yaz.
Dövüştü ölüme karşı
hayat gibi akıllı, kurnaz
dövüştü gülerek, şakalaşarak,
Valter biliyordu ki, toprak
tel örgülerin önünde durdurulmaz
ve öyle karanlıkta kaçak maçak degil,
ay ışığında, hatta güpegündüz
geçer sınır topraklarını pasaportsuz.
Valter biliyordu ki
Madrit’te çıkan yangın
Varşova’yı yakabilir.
Varşova yandı, gonca gülüm
Varşova yandı.
Gamalı haçıyla Paris’e girdi ölüm
Moskova kapılarına dayandı.
Kan aktı
hiçbir kitabın yazmadığı
hiçbir türkünün söylemediği kadar.
Stalingrat’ta yüz geri etti ölüm,
kovalandı inine dek
ve orda iki büklüm
can verdi.
Valter ölümü yenenlerle beraberdi.
Sevgilim, gonca gülüm,
başladı Lehistan ovasında yolculuğum.
Lehistan’da millet sosyalizmi kurmakla meşgul.
Sosyalizm
yani şu demek ki, dayı kızı,
sosyalizm
senin anlayacağın yani,
el kapısının yokluğu değil de imkansızlığı.
ekmeğimizde tuz
kitabımızda söz,
ocağımızda ateş oluşu hürriyetin,
yahut, başkası yel de,
sen yaprakmışsın gibi titrememek,
bunun tersi yahut…
Sosyalizm,
devirmek dağları el birliğiyle,
ama elimizin öz biçimini,
öz sıcaklığını yitirmeden.
Yahut, mesela,
sevgilimizin bizden ne şan, ne para,
vefadan başka bir şey beklemeyişi…
Sosyalizm,
yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın.
Yahut, mesela,
-bu seni ilgilendirmez henüz-
esefsiz,
güvenle,
emniyetle,
gölgeli bir bahçeye girer gibi
girebilmek usulcacık ihtiyarlığa,
ve hepsinden önemlisi,
çocukların, ama bütün çocukların,
kırmızı elmalar gibi gülüşü
göğsümü kabartmıyor değil
dedelerimden birinin lehli oluşu…
1954